19 Temmuz 2010 Pazartesi

İşyeri Komiteleri ve Sınıf Mücadelesi


Utku Kızılok

Sınıf mücadelesi asla düz bir çizgi üzerinde gelişerek yol almaz. İşçi sınıfının örgütlülük ve hazırlık düzeyine bağlı olarak, sınıf mücadelesinin temposu değişir; siyasal iktidarın fethine giden devrimci durumların ortaya çıkması mümkün olabileceği gibi, gericiliğin galebe çaldığı ve mücadelenin diplerde seyrettiği karanlık bir dönemin içine de yuvarlanılabilir. Burada, işçi sendikalarının militan bir mücadele yürütüp yürütmedikleri, işçilerin doğrudan inisiyatif alarak işyeri/fabrika temelli taban örgütlerini yaratıp yaratmadıkları, daha da önemlisi, işçi sınıfının güncel istemlerini proleter iktidar mücadelesine bağlayan, böylece kitleleri geçiş talepleri etrafında kapitalizme karşı seferber eden devrimci bir partinin varolup olmaması işçi sınıfı mücadelesi açısından belirleyicidir.

Bu temel unsurların hayat bulduğu dönemlere işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi damgasını basar. Ancak dünyadaki işçi sınıfı mücadelesi bugün böyle bir düzeyde değildir. Buna karşın, tarihsel önemde bir dönemden geçtiğimizi vurgulamak gerek: Kapitalizm çok önemli bir sistem krizinin içine yuvarlanmış durumdadır. Emperyalist savaş ve ekonomik kriz, işçi-emekçi kitlelerin üzerine veba gibi çökmüş bulunuyor. Daha düne kadar, sosyalizme kara çalma eşliğinde yürütülen “ebedi kapitalizm” propaganda balonu patlamıştır ve kapitalizm, işçi ve yoksul kitleler nezdinde inandırıcılığını yitirmeye başlamıştır. Emperyalist savaş ve derinleşen ekonomik kriz, dünyanın her köşesinde işçi-emekçi sınıfları kapitalizme karşı mücadele etmeye zorluyor.

Uluslararası işçi sınıfı krize karşı mücadeleye henüz hazırlıklı durumda değildir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de sendikalar bürokrasinin sultası altındadır ve bu nedenle de mücadeleden uzak tutulmaktadırlar. Sendikaların başına çöreklenmiş bürokratlar, işten atılan, açlık ve sefalete sürüklenen ve kapitalizme karşı öfke besleyen kitleleri yatıştırma ve yükselen mücadeleyi düzen içi kanallara akıtma rolünü üstlenmektedirler. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci öncüsünü, açılan dönemde pek çok görev beklemektedir. Devrimci bir partinin inşası, sendikaların bürokratlardan temizlenmesi, işyeri temelli taban örgütlülüklerinin yaratılması ve acil talepler etrafında örülecek mücadelenin kapitalizmin temellerine yönlendirilmesi aynı sürecin kopmaz parçalarıdırlar.

İşçi sınıfının mücadele tarihinde taban örgütlülükleri olarak işyeri komitelerinin oldukça önemli bir yeri bulunmaktadır. Kuşkusuz içinde bulunulan koşullara ve duruma bağlı olarak, söz konusu komitelerin işlevleri ve yaygınlığı farklılık göstermiştir. İşçi hareketinin canlı olmadığı olağan dönemlerde, kapitalizmin ekonomik krizlerle ya da devrimci ayaklanmalarla sarsıldığı dönemlerde veya işçi sınıfının siyasal iktidarı altında işyeri komitelerinin yaygınlığı ve işlevleri değişecektir. Ancak Türkiye’de işyeri komitelerinin çoğunlukla yanlış bir temelde değerlendirildiğini vurgulamak gerekiyor. Kimi sosyalist çevreler işyeri komitelerini işçi sınıfının iktidar organları olan sovyetlerin yerine geçirmekte, kimileri sendikalara alternatif olarak kabul etmekte, kimileri ise işyerlerindeki parti hücrelerinin bir uzantısı biçiminde görmektedirler.

Kavranması gereken temel husus, işyeri merkezli komitelerin işlevinin somut duruma göre değişmesi ve değiştiği gerçeğidir. Tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, sınıf hareketinin genel bir yükseliş içinde olmadığı olağan dönemlerde işyeri komitelerinin işlevleri esas olarak düzenin çerçevesini aşmayan sendikal mücadele kapsamındaki sorunların (sendikal bürokrasiye karşı mücadele de dahil) ötesine pek geçemez. Yine deneylerin gösterdiği gibi, mücadelenin yükseldiği durum ve dönemlerde ise işyeri komiteleri bu sınırların ötesine geçerek “işçi denetimi” ya da “işçi yönetimi” gibi uygulamaların organları haline gelmeye başlarlar. Bu durum kapitalist mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmasını da beraberinde getirir. İşte devrimci durumlar bunun yaygınlık kazandığı dönemlerdir.

Ekonomik kriz gibi işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesine zemin hazırlayan dönemlerde, işyeri komitelerinin kurulması çağrısını “işçi denetimi” gibi şiarlar eşliğinde yükseltmek özel bir önem kazanmaktadır. Çünkü böylesi dönemlerde, işçilerin, işyerlerinin kapatılmasına, yığınsal işten çıkarmalara, ücretsiz izne göndermelere, ücretlerin düşürülmesine, sosyal hakların gasp edilmesine karşı tepkisi yükselmekte ve bu sloganların işçiler tarafından sahiplenilmesine uygun nesnel bir ortam oluşmaktadır. İşyerlerinin kapatılmasına direnmek, üretimi sürdürmek, patronların yalanlarını açığa çıkartmak yönünde işçiler arasında oluşan tepkiler aslında tam da bu anlama gelmektedir.

Bürokrasiye karşı mücadelede komitelerin önemi

İçinde bulunduğumuz dönemde, işçi kitlelerinin gelişen tepkisini düzen içi kanallara akıtma rolünü üstlenmiş bulunan bürokrasiye karşı mücadele etmek ve sendikaları savaşkan örgütler haline getirmek daha büyük önem taşımaktadır. Çok açık ki, bürokrasiyi sendikalardan söküp atabilmek için, bu hedef doğrultusunda tabanı seferber etmek gerekiyor. Lakin tabanın tavana müdahale edebilmesi, ancak işyerlerindeki güçlü örgütlülükle mümkündür. Oysa bugünkü durumda işçiler sendikaların sadece pasif üyesi konumundalar ve bunun dışında, işyerlerinde herhangi bir örgütlülükten söz etmek mümkün değildir. İşte işyeri komitelerinin önemi de bu noktada belirginleşmektedir. İşyeri komitelerinin hayat bulmasıyla işçiler üretim alanlarında örgütlü hale gelecektir. Böylesi organların ortaya çıkma süreci ve bunu izleyen dönem, işçileri canlandıracak, kaynaştıracak, müdahale ve mücadele isteklerini kamçılayacaktır.

Tabana yayılmış bir örgütlülük ve sendika görevlilerini geri çağırma ilkesi hayata geçirilmediği müddetçe bürokrasiye karşı vurucu bir mücadele verilemez. Bu nedenledir ki tabanda, örgütlülüğü alabildiğine yaymak gerekiyor. Bunun için mücadelenin ihtiyaçlarına göre çeşitli alt komitelerin örgütlenmesi ve tüm işçilerin aktive edilmesi önem taşımaktadır. Seçen, denetleyen ve istemediği işçi temsilcisini geri çağıran işçiler, işçi demokrasisini işyeri düzeyinde hayata geçirmiş olurlar.

Bürokrasinin belini kırmanın en temel noktalarının başında, hiç kuşku yok ki, tüm süreçlere taban örgütlülüklerinin katılmasının ve müdahale etmesinin sağlanması gelmektedir. Teknik işlerin dışında, işçileri ilgilendiren tüm önemli meselelerde sendikacıların kendi başına buyruk karar almasının önüne geçilmelidir. Örneğin, grev ve direniş yapılması ya da toplu sözleşmenin bağıtlanması söz konusu olduğunda işyeri komiteleri kesinkes sürece müdahil olmalı, işçileri bilgilendirmeli ve gerekli tüm durumlarda işyerlerinde oylamayla karar almalıdır. Oysa mevcut durumlarıyla sendikalar, ne greve çıkarken ne toplu sözleşme görüşmelerini imzalarken ne de miting ve yürüyüş yaparken işçilere soruyorlar. İşçi kitleleri doğrudan kendilerini alâkadar eden süreçlerden dışlanırken, sendika bürokratları mevki ve ayrıcalıklarını, patronlarla ve hükümetlerle olan ilişkilerini ve dengeleri gözeterek kararlar alıyorlar. Genel bir durum olarak, işçiler çıkılan grevden, imzalanan toplu sözleşmeden ya da yapılacak mitingden son gün, sendika bürokrasisinin yukarıdan gelen talimatlarıyla haberdar olmaktadır.

Fakat taban örgütlülüğünü yaratmış ve işyeri merkezli organlarını oluşturmuş işçi kitlelerine sendika bürokrasisi sultasını dayatamaz. Somutlarsak, toplu sözleşme maddeleri oluşturulurken, işyeri komiteleri aracılığıyla işçiler tartışarak ne talep edeceklerini karar altına alırlar. Sendika merkezinin önerdiği istemler de işyeri komitelerinin onayından geçmelidir. Bu hazırlık sonrasında, toplu sözleşme görüşmelerine işyeri komitesi delegeleri de katılmalı ve tüm süreç boyunca işçilere bilgi aktarılmalıdır. Toplu sözleşmenin imzalanmasına ya da rest çekilmesine işçiler, işyerlerinde tartışarak ve oylayarak karar vermelidirler. Kaldı ki, toplu sözleşmenin bağıtlanmasıyla burjuvazi tüm kararlara sessiz sedasız uymayacak ve her fırsatta sözleşmeyi kendi lehine delecektir. Sendikalar konusuna eğilen Komintern, çok doğru olarak, toplu sözleşmelerin esasında burjuvazi ile işçi sınıfı arasında bir ateşkes olduğunu tespit etmiştir. Ateşkes her an bozulabilir; işte işyeri komitelerinin bu dönemlerde önemli görevlerinden biri de, toplu sözleşmenin uygulanıp uygulanmadığını denetlemektir.

Belirtelim ki, burada ortaya konan perspektif asla bir ütopya değildir; işçi sınıfının mücadele tarihi işçi kitlelerinin her düzeyde inisiyatif aldığı deneyimlerle doludur. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, 1980 öncesinde DİSK Maden-İş üyesi on binlerce işçi, “tabanın söz ve karar sahibi olması” ilkesinden hareketle işyerlerinde “ünite temsilcileri” ve yanı sıra “toplu sözleşme komiteleri” oluşturmuşlardı. Toplu sözleşme taleplerini ortak oluşturan Maden-İş ve komiteler, patronların, ileri sürülen istemleri kabul etmemesi üzerine greve çıkma kararını da birlikte almışlardı. Meselenin bu boyutu oldukça önemlidir. İşçi kitlelerinin sürece dâhil olması demek, sorumluluk duyması ve yaşanabilecek tüm olumsuzluklara karşı hazırlanması demektir. Toplu sözleşme görüşmeleri sürerken, işçiler bir taraftan da grev hazırlıklarına başlamalı ve olası grev sürecinde çıkabilecek sorunlara karşı önlemler almalıdırlar. Grev çadırından yemeklerin dağıtılmasına, dayanışma ziyaretlerinin nasıl kabul edileceğinden mücadeleyi diğer işçilere taşıma yöntemlerine, sağlık sorunlarının nasıl çözüleceğinden grev kırıcılara karşı ne tip önlemler alınacağına, eğitim toplantılarının hangi günler yapılacağından grev gözcülerinin tespit edilmesine değin her şey önceden planlanmalıdır.

Kabul edilmelidir ki, işyeri komiteleri, yani işçilerin işyerindeki yönetici organı olmadan tüm bu sorunların üstesinden gelinemez. İşyeri/fabrika komitelerinin ve ona bağlı alt komitelerin işlevi böylesi bir süreçte daha bir belirginleşir. “Eğitim” “sağlık”, “kültür”, “basın” ve “dayanışma” gibi alt komitelerin işlevi normal dönemlerde pek anlaşılmayabilir, fakat grev ya da direniş başladığında, söz konusu komitelerin misyonu işçiler tarafından tez zamanda kavranır. Çok açıktır ki, bu tür bir hazırlık sürecinden sonra çıkılan bir grevin başarıya ulaşması kuvvetle muhtemeldir ve işçi sınıfının mücadele tarihi buna şahittir. Buna karşın, son dönemde yaşanan grevler ve patlak veren direnişler bu bağlamda olumsuz örnekler sunmaktadırlar. İşçiler hemen hiçbir hazırlık yapmadan ve grev komitelerini kurmadan direnişe geçmektedirler. Tüm sürece damgasını basan şey, dağınıklık, ne yapacağını bilememe ve zaman ilerledikçe tüm işçileri saran umutsuzluktur. Hazırlıklı olunmadığı için, grev ve direnişler neredeyse tümden etkisiz kalmakta, sendika bürokrasisi işçileri yalnız bırakmakta, grev ve direnişler kendiliğinden sönümlenmektedir. Oysa gerçekten hazırlanılmış bir grev, işçi kitlelerinin gündemine taşınan dayanışma ve mücadele sayesinde, yalnızca ekonomik bir kazanım elde etmekle kalmaz, işçi hareketini sıçratan bir kaldıraca da dönüşebilir.

Toparlayacak olursak, sendikal bürokrasiye karşı savaşım uzun ve meşakkatli bir iştir ve kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız düşünülmemelidir. Bürokratların sendikalarda kurdukları harami düzenini yıkmanın tek yolu, işçi kitlelerini tabanda örgütleyerek seferber etmek, bürokrasinin oluşmasına karşı işyeri komiteleri biçiminde mekanizmalar yaratmaktır. Ancak böyle bir mücadele burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanlarını sendikalardan kovabilir ve yeni bürokratların ortaya çıkmasını engelleyebilir. Ne var ki, sendika yönetimlerine seçilen işçilerin zamanla bürokratlaşmaması ve burjuvaziyle iç içe geçmemesi için başka önlemler de almak gerekiyor: İşyeri temsilcilerinden şube, genel merkez ve konfederasyon yöneticilerine kadar herkes, işçiler tarafından seçimle işbaşına getirilmeli ve seçenlerin her an geri çağırma hakkı olmalıdır. Sendika yöneticilerinin işçilere yabancılaşıp burjuvalaşmaması için, yönetici ücretleri ortalama işçi ücretlerini geçmemelidir. İşçilerden toplanan sendika fonlarının bürokratlar tarafından iç edilmesine ve amaç dışı kullanılmasına asla izin verilmemelidir; sendika fonlarının denetimi ve yönetimi işyeri komiteleri üzerinden işçilere açılmalı, komiteler fonlara dair düzenli olarak işçilere bilgi vermelidirler.

Mücadelenin yükseliş dönemlerinde komiteler

Sınıf mücadelesinin gerilerde seyrettiği dönemlerde işyeri komitelerinin gerekliliğini kavrayan ve onun örgütlenmesi için harekete geçen işçi sayısı son derece azdır. Buna mukabil, sınıf hareketinin yükselişe geçmeye başladığı dönemlerde, komitelerin önemi ve gerekliliği işçi kitleleri arasında daha fazla kabul görür ve onu yaratmak üzere harekete geçenlerin sayısı da artar. Kapitalist krizin faturasının işçi sınıfına kesildiği günümüzde, fabrikaların kapatılmasına ve işten atmalara karşı işçilerin mücadelesinin yükselişi işyeri komiteleri sorununu gündeme getirmektedir. Önümüzdeki dönemde işçi kitleleri bu ihtiyacı daha fazla hissedeceklerdir. Çok açık ki böyle bir dönemde işyeri komitelerinin rolü artacak ve işlevi değişecektir.

Böylesi dönemlerde komitelerin üstesinden gelmek zorunda kalacağı sorunların çapı alabildiğine büyür. Fabrikaların kapatılmasının önüne geçmek, tensikatları ve ücretsiz izine çıkartmaları durdurmak, sendikaların işyerindeki örgütlülüğünü korumak ve bağıtlanan toplusözleşmeleri iptal ettirmemek üzere işçilerin mücadeleye çekilmesi, sevk ve idare edilmesi komitelerin başta gelen görevlerindendir. Krizin faturasını patronlara kesmek üzere harekete geçen işçi kitlelerinin taban örgütlülükleri olan komitelerin bir başka görevi ise, sendikalara basınç bindirmek ve bu örgütleri ülke düzeyinde birleşik bir mücadeleye itmek için tabandan zorlamaktır.

Bu mücadelede tabii olarak, işten atmalara karşı üretimde “işçi denetimi” ve kapatılan işyerlerinde “işçi yönetimi” sloganı kitlelerin gündeminde daha fazla yer alacaktır. Elbette “işçi denetimi” ya da “işçi yönetimi” sloganı işyeri komitelerinden bağımsız düşünülemez; bu isteme sahip çıkacak ve uygulayacak olan işçi sınıfının taban örgütleridir. Bu nedenle krizin faturasının işçi sınıfına kesildiği bir süreçte, işçi kitlelerine “işçi denetimi” için komiteleşme çağrısı yapmak oldukça anlamlıdır. Böylece işçi kitleleri daha ileri düzeyde bir mücadeleye çekilmiş olurlar.

Çok açıktır ki işyeri komiteleri aracılığıyla “işçi denetimi”nin yaygınlaşması, ancak sınıf mücadelesinin keskinleştiği devrimci dönemlerde mümkündür. Bu tür dönemlerde işyeri komiteleri, işten atılmaları durdurmak, çıkartılanlara kapitalistlerin aylık vermesini sağlamak, bir bütün olarak üretimi denetlemek, yani ticari gizliliği kaldırarak muhasebe defterlerini açmak, hammaddeleri, yakıtı, siparişleri, bankalardaki paraları kontrol etmek gibi işlevler yüklenmişlerdir. Fabrikalarda bir bakıma “ikili iktidar” anlamına gelen bu durum işin doğası gereği ilelebet süremez. İşçi denetiminin nereye evrilmek zorunda olduğunu ve bu başarılamadığında nelerin olabileceğini Troçki’nin şu sözleri net bir şekilde açıklıyor: “Üretimin denetimi için bir kere yola çıktıktan sonra, proletarya kaçınılmaz bir şekilde, iktidarın ve üretim araçlarının ele geçirilmesi yönünde hızla ilerleyecektir. Kredi, hammadde, pazar sorunları, denetimi derhal bireysel işletmenin dışına taşıracaktır. … İşçi denetimi rejiminin özünde uzlaşmaz olan çelişkileri, denetimin alanı ve görevleri genişlediği ölçüde keskinleşecek ve dayanılmaz bir hale gelecektir.”[*]Bu çelişki işçi sınıfı lehine ya da aleyhine çözülmek zorundadır. Olumlu çözüm işçi sınıfının politik iktidarı ele geçirmesidir. Diğer olasılık ise ezilme ya da pörsüme yoluyla sürecin geriye dönmesidir.

* * *

Tüm dünyayı saran ekonomik kriz nedeniyle binlerce işçinin kapı önüne konduğu ağır bir saldırı dönemi başlamıştır. Bu saldırılar sessizce sineye çekilmeyecekse işçilerin taban örgütlülüklerini oluşturmaya koyulmaları vazgeçilmez bir zorunluluktur. Bu gereklilik hem sendikalı hem sendikasız işyerleri için eşit ölçüde geçerlidir. Zira sendikaların da mücadeleye atılmaları ve bu yolda zorlanmaları için bu tür taban örgütlülüklerinin büyük önemi bulunmaktadır. İşçiler yalnız ve yalnızca öz güçlerine güvenmeli ve bu temelde hareket etmelidirler. O halde saldırıları göğüslemek ve geri püskürtmek için işyeri komitelerini kurmak ve yaygınlaştırmak üzere mücadeleye!


[*] Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yay., s.86-87

Grev ve Direniş Deneyimlerinden Süzülenler

Burjuvazi, bir heves, dünyayı derinden sarsan ekonomik krizden çıkılmakta olduğu türküsünü tutturmaya başlasa da, krizin işçi sınıfının üzerindeki olumsuz etkileri katlanarak büyümeye devam ediyor. Fabrikaları, işyerlerini kapatarak ya da çalışan sayısını azaltarak işsizleri sefaletin kucağına iten, çalışanları ise dayanılmaz iş koşullarına boyun eğdiren patronlar sınıfı, dünyanın her tarafında işçi sınıfına krizin faturasını ödetmeye dönük uygulamalarını sürdürüyor.

Ancak, patronlar sınıfının bu saldırılarına işçi sınıfı bütünüyle sessiz kalmıyor. Henüz yaygın ve bütünsel olmasa da, dünyanın çeşitli bölgelerindeki fabrikalardan direnişlerle, grevlerle, işgallerle ilgili haberler geliyor. Güney Kore’de Ssangyong işçileri, Fransa’da New Fabris, JLG ve Nortel fabrikalarında çalışan işçiler, Hindistan’da banka çalışanları ve öğretmenler, İngiltere’de Vespas işçileri, Arjantin’de çelik, Mısır’da pamuk işçileri eylemleri ile patronlar karşısında seslerini yükseltiyor, dünya işçi sınıfının uluslararası mücadelesinin alazlarını yakmaya çalışıyorlar.

Bu seslere Türkiye işçi sınıfı da, henüz tek tek işyerlerinden de olsa, sesini kattı, katmaya devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda başlayıp biten ya da devam eden, TEGA grevi, Ankara Üniversitesi yemekhane işçilerinin direnişi, Mersin Liman işçilerinin sendikalarını kabul ettirme ve işlerine geri dönme mücadelesi, Atv-Sabah çalışanlarının grevi, E-Kart fabrikasındaki grev, Meha işçilerinin, Kent A.Ş. işçilerinin ve Sinter metal işçilerinin direnişi gibi pek çok eylem, işçi sınıfının kapitalizmin yarattığı koşullara tepkisinin dinmediğini, dinmeyeceğini gösteriyor.

Ne var ki, dünyada ve Türkiye’de, gericilik yıllarının yıkıcı ve bozucu etkileri, bu mücadelelerin layıkıyla sürdürülmesinin ve işçi sınıfına moral kazandıracak biçimde neticelenmesinin çoğunlukla önüne geçiyor. Çünkü işçi sınıfı hareketinde durgunluk ve dağınıklığın, umutsuzluk ve yılgınlığın baskın olduğu, deneyimlerin ve kazanımların taşıyıcısı ve koruyucucusu olan örgütlerin dağıtıldığı ya da tasfiye edildiği bir süreç olan gericilik dönemi, öncü işçilerin dünya işçi sınıfının iki yüz yılı aşan mücadelesinin birikimlerinden yoksun olarak kavgaya girmesine yol açmış bulunuyor.

Bugün mevcut ancak aşılması gereken durum budur. Genç işçi kuşakları örgütsüzlük ve dağınıklığın sonucu, geçmiş örgütlenme ve mücadele deneyimlerinden ve bu deneyimlerin bugüne ışık tutacak derslerinden mahrumdur. Türkiye açısından bu gericilik dönemi 12 Eylül askeri faşizmi ile birlikte başladığı ve faşizm tarafından ezilen işçi sınıfı hareketi aynı zamanda dünyada yükselen gerici dalganın etkisine girdiği için sorunlar katmerlidir. Sınıf devrimcilerinin etkisiz kaldığı bu dönemin özelliği nedeniyle sınıfın çeşitli kuşaklarında yılgınlık ve yenilgi psikolojisi hâkim olmuş ve bu durum onları örgütlü sınıf mücadelesinden uzaklaştırmıştır.

Öte yandan Türkiye devrimci hareketinin ekseriyeti itibariyle işçi sınıfı temelinden ve perspektifinden yoksun olması nedeniyle sınıf temelli mücadele birikimleri örgütsel düzeyde son derece sınırlıdır. Proleter temelde mücadele etme anlayışına sahip, sınıfın siyasal örgütlülüğünü yaratma çabasında olanlar için bu yüzden işçi sınıfının tarihsel birikimini bugünün ve geleceğin sınıf bilinçli ve öncü işçilerine aktarmak büyük önem taşıyor.

Bu birikimin en önemli ve işçi hareketinde en çok eksikliği hissedilen unsurlarından biri de grev ve direnişlerde yaşama geçirilmesi gereken devrimci anlayış ve tutumlardır. Bütün devrimciler bilir; grev ve direnişler burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin günlük yaşama yansımalarıdır. Sınıf savaşının muharebe alanlarıdır. Bu yüzden olumlu olumsuz sonuçlarıyla tek tek işçilerin yaşamında önemli etkileri olabilmektedir. Sınıf mücadelesinin gelişiminde de yer yer önemli sonuçları olur. Bu nedenlerle sınıf temelinde devrimci mücadeleyi sürdürenlerin bu husustaki deneyim ve dersleri döne döne hatırlatması önem taşımaktadır.

Direniş ve grevlere hazırlık döneminde üzerinde durulması gerekenler

Grev ve direnişlerle ilgili olarak kendisini gösteren başlıca sorun mücadelenin örgütlü biçimde götürülmesindeki eksikliktir. Bu da işin daha en erken safhası olan hazırlık safhasından itibaren kendisini gösterir. Bazı grev ve direnişler çok ani biçimde patlak verse de, çoğu durumda perşembenin gelişi çarşambadan belli olmaktadır. Ani gelişen direniş ve grevler için elbette bir ön hazırlık sürecinden söz etmek anlamlı değildir, ancak bunun dışındaki çoğunluk durumlar için hazırlık süreci mücadelenin kaderi bakımından hayati bir önem taşımaktadır. Gerekli ön hazırlıkları yapmadan mücadeleye atılmak, mücadelenin kazanılmasını şansa bırakmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Hazırlıksız bir savaşa tutuşmak yenilgiye baştan davetiye çıkarmaktır. Mücadeleye aktif biçimde atılmadan, talepler yüksek sesle dillendirilmeden önce, nelerle karşılaşılabileceğini elden geldiğince kestirmek ve mümkün olduğunca bunlara karşı tedbirler almak gereklidir.

Ancak ne yazık ki bu olmazsa olmaz hazırlık süreçleri bugün örneğini yaşadığımız pek çok grev ve direnişte ya “kervan yolda düzülür” anlayışı ile ya da en kolay görülen ihtimallerin gerçekleşeceği umuduna tutunarak es geçilmekte, böylece yenilgiye kapılar daha mücadelenin en başında açılmaktadır. Örneğin işçilerde büyük bir moral bozukluğuna yol açarak sona eren Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesindeki TEGA grevinde, işçiler, patronun kısa zamanda toplu sözleşmeyi imzalamak zorunda olduğu umuduyla yola çıkarılmış, başka hiçbir olasılığa gerçek anlamda hazırlanmamışlardı. Bu umudun gerçekleşmeyeceği ufukta belirince de diğer zorlukların basıncı altındaki işçilerin çözülmesi hızlanmıştı.

Direniş ve grevlere hazırlanma dönemlerinde, yani direniş veya grev henüz başlamadan, bir örgütlenme komitesinin oluşturulması çok önemlidir. Komitenin açık mücadele başladıktan sonra oluşturulması, bir nevi ordunun savaşa kurmay heyeti olmadan girmesi gibidir. O nedenle hazırlığın en önemli unsuru komitenin sağlıklı biçimde oluşturulmasıdır. Burada, komitenin sürece katılan rasgele işçilerden değil, en bilinçli ve mücadeleci işçilerden oluşturulmasına da dikkat etmek gerekir. Çünkü komite ne kadar güçlü oluşturulursa başarı şansı o denli artar.

Direniş veya grevin gündelik işlerinin örgütlenmesinden işçilerin en basit sorunlarına kadar her konuyla komite ilgilenmelidir. Bu konumu komiteye sendikayı denetleme olanağını da sağlar. Grev ya da direniş komitesinin daha grev veya direniş başlamadan oluşturulması ve grev ve direnişlerde mücadeleyi bu komitenin sevk ve idare etmesi ne yazık ki son zamanlarda gündeme gelen mücadelelerin hiçbirinde gerçekleşmemiştir. Bu mücadelelerin istenilen düzeylerde etkili olamaması ya da yenilgisinde bu durum en önemli eksiklik olarak ortaya çıkmıştır.

Önemli hususlardan birisi de grevlere ve direnişlere hazırlık döneminde bilinç ve moral unsurudur. Bir mücadeleye girişecek işçilerin moral bakımdan hazır olmalarının önkoşulu ise işçilerin asgari bir düzeyde de olsa belli bir bilinç düzeyine ulaşmış olmalarıdır. Ne var ki, işçilerin işçi olmaktan kaynaklanan yaşam koşulları böylesi bir bilincin nesnel zeminini yaratsa bile, işçilerin çoğunluğu otomatik olarak bu bilinç düzeyine ulaşamaz. Bu noktada, daha önce çeşitli deneyimlerden geçmiş ya da daha üst bir bilinç düzeyine sahip işçilere, kendi deneyimlerini, bilgi ve birikimlerini diğer işçilere aktararak onlara nelerle karşılaşabileceklerini ve bunlarla nasıl baş edilebileceğini mümkün olduğunca detaylı biçimde anlatma sorumluluğu düşmektedir. Hazırlığın moral unsuru esas olarak işçilerin kendilerine olan güvenlerinin yerine gelmesiyle sağlanacaktır. Deneyimli işçiler, doğacak zorlukları ne diğer işçilere gaz vermek için küçümsemeli ve üzerini örtmeli ne de kaskatı bir gerçekçilik adına abartmalıdır. Deneyimli devrimci işçilere düşen görev, duygulara kendini kaptırarak gereksiz çağrılarda bulunmak değildir. Deneyimli işçiler gelişmeleri serinkanlı bir biçimde izleyerek gerçekçi ve işçileri bir adım daha ileri taşıyacak önerileri üretmeli ve bunların hayata geçmesi için inisiyatif ve sorumluk üstlenmelidirler.

Mücadelenin örgütlenmeye başladığı günden itibaren bu çalışmaya, yani sınıf bilincinin geliştirilmesi ve tüm işçiler arasında yaygınlaştırılması çabasına, titizlikle girişilmelidir. Sınıf mücadelesinin asli unsurları sürekli bir eğitimle grevci, direnişçi işçilere anlatılmalıdır.

Bir başka çok önemli nokta da sendikalaşma mücadelesinden patronların haberdar olmaması için yapılacak şeylerdir. Sendikal haklar, çoğunlukla alabildiğine kısıtlanmış olarak, burjuva yasalarında yer alırlar. Ancak bunları hayata geçirmek burjuvaların düzeninde pek kolay değildir. Yasal hak olması, bu hakkın kullanılmaya çalışıldığını patronun duymasıyla birlikte işçilerin kapı önüne konulmasını engellemez. Patronlar bu konuda en ufak bir duyum aldıklarında ya da şüpheye düştüklerinde derhal tensikata girişmekte, üstelik bununla da yetinmeyerek haklarını isteyen işçileri “terörist”likle vb. suçlamaktadır. Mersin Limanında Akan-sel firmasında çalışan işçilerin sendika üyeliklerini onaylattıkları noter tarafından patrona ihbar edilmeleri ve ardından patron tarafından derhal kapı önüne konmaları bu durumun sayısız örneklerinden biridir.

Bu yüzden gizlilik tartışmasız biçimde gerekli ve hayatidir. Aynı zamanda son derece meşrudur. Gizlilik meşrudur çünkü patronlar kendi ticari sırlarını saklarken bunu tartışmazlar bile. Örneğin işçiler direniş öncesinde hazırlıklarının bir parçası olarak işyerinin gücünü, müşterilerinin sayısını, yapılan işlerin tutarını, fiyatını vb. öğrenmeye çalışsalar, ki bu türden bilgileri öğrenmek hazırlık dönemlerinde çok önemlidir, önlerine pek çok aşılmaz duvar çıkar. Patronlar kendi çıkarlarını korumak adına gizlilik içerisinde hareket ediyorlarsa ve bu meşru görülüyorsa, işçilerin kendileri için yürüttükleri mücadele sırasında gizlilik çabası içerisinde olmaları niçin gayrimeşru olsun?

İşçiler bugün pek çok işyerinde sendikal örgütlenme çalışmalarını gizlilik içerisinde yürütme gereğinin farkındadır. Fakat yine de, çoğu kez, gizliliğe gerekli önem verilmediğinden patronlar gelişmeleri erken haber almakta ve derhal kendi hazırlıklarına girişmektedirler. Genellikle işçiler yeterince örgütlenmemişken veya sendika yetkiyi almamışken işveren durumdan haberdar olmaktadır. Grev veya direnişler yaşanırken de patronlar işçilerin içinde bulundukları durumu, alınan kararları, her türlü yolu kendilerine mubah görerek öğrenmeye çalışmaktadırlar. Tüm bunlar grev ve direnişlerde daha hazırlık döneminden itibaren gizliliğe dikkat edilmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Hazırlık döneminin hayati derecede önemli bir diğer gerekliliği ise grev ve direniş fonunun oluşturulmasıdır. Yakın zamanlarda yaşanan bütün mücadelelerde istisnasız olarak en önemli sorun mali kaynak sıkıntısı olmuştur. Bazı işyerlerinde, grev veya direnişin ikramiye alınan ayların ertesine denk getirilmesi durumunda sorunun çözüleceği varsayılır. Oysa gerçek durum bu değildir. Çünkü bu mantık, mücadelenin 2-3 ayı geçebileceğini pek hesaba katmaz. Direnişe karar verildiğinde işçiler son derece kararlı görünürler: “Patronun dayanması mümkün değildir!” Ama işler zorlaşmaya başlayınca pek çok işçi, birden “hata” yaptığını fark eder: “Aslında patronun yenilmesi mümkün değildir!” Bu türden çözülmelerin sebeplerinden biri mücadelenin uzaması ise bir diğeri de maddi sorunlardır.

Grev veya direniş esnasında bu sorun olabildiği ölçüde sendikanın yardımıyla ve dayanışma geceleri düzenleyerek vs. aşılmaya çalışılır. Ancak yaşanan deneyimler bunların yeterli olmadığını göstermektedir. Direniş başlamadan ya da grev gündeme gelir gelmez fon oluşturmaya başlamak en doğrusudur. Bu faaliyet elbette sendikayla beraber hareket etmeyi dışlamaz ama fon oluşturma işini sendikanın inisiyatifine bırakmak hatadır. Tek çözüm mümkün olan en geniş işçi kitlesinin grev ya da direnişe destek fonuna sahip çıkmasıdır.

Grev fonu oluşturarak mücadeleye hazırlanmanın en olumlu örneklerinden biri Serna-Seral grevinde yaşanmıştır. Grevci işçilerden biri bu deneyimi şöyle aktarmaktadır: “Biz işçiler patronların verdikleri üç kuruş ücretle zaten ekonomik sıkıntı çekiyoruz. Bir de grev ya da direniş nedeniyle bu ücret kesilince, en doğal ihtiyaçlarımız olan barınma, yemek, elektrik, su vb. için gerekli parayı bile bulamaz oluruz. Bu sorun en çok da biz mücadele etmek isteyen işçileri düşündürür. Fakat sınıfımızın tarihi ve deneyimleri bu sorunun da çözümünü ortaya koyuyor. Ben de 250 günün üzerinde grevde kalan Serna-Seral’de önce işyeri daha sonra ise grev komitesinde yer alan bir işçi olarak,daha greve çıkmadan önce sınıf bilinçli öncü işçilerden bu deneyimleri öğrenme şansı bulmuştum… Bizler daha greve çıkmadan önce geçmişten aktarılan deneyimler sayesinde bir işyeri fonu oluşturduk… arkadaşlarımızın da onayını alarak, biriktirdiğimiz bu fonu daha greve çıkmadan önce kullanmaya başladık. O dönemde mücadele eden Seka, Coca-Cola ve deri işçilerinin direnişlerini ziyaret edip destek vermek için bu fondan faydalandık. Grevimiz boyunca belirlediğimiz sıkıntıların giderilmesi noktasında başka bir çözüm bulamadığımızda imdadımıza yine bu fon yetişti. 250 günü aşkın bir süre grevde kalmamıza rağmen grevimiz bittiğinde bile fonumuzda halen paramız bulunuyordu.” (www.uidder.org)

Direnişte veya grevde iken…

Direniş ya da grev fonunun oluşturulmasının hayati öneme sahip olduğunu vurguladık. Ancak sendikaların maddi dayanışmanın gereklerini yerine getirme sorumlulukları da ısrarcı biçimde takip edilmelidir. Grev veya direnişlerde genelde karşılaşılan durum mücadele eden işyerinin bağlı olduğu sendika şubesinin mali kaynaklara sahip olmaması, ya da işçilere öyle söylenmesidir. Ancak şubenin kaynaklarının olup olmadığı meselesi temel belirleyen olmamalıdır. Kendilerine mali güçlerinin yetmediğini söyleyen sendika yöneticilerine işçilerin vermesi gereken cevap, “öyleyse genel merkezi zorlayın, o da yetmezse konfederasyon devreye girsin” olmalıdır.

TİSK, MESS gibi işveren kuruluşları, burjuvaların genel sınıfsal çıkarlarını korumak adına rekabeti bir tarafa bırakarak işverenlere koşulsuz destek sunmaktadırlar. Ankara’da daha önce Ekstra-Metal patronu, geçen sene de TEGA patronu, Sincan Organize Sanayi Bölgesine sendikanın girmemesi için direnmişler ve grev sırasında diğer patronlar tarafından finanse edilmişlerdir. O halde işçi sınıfı için de bu derecede bir dayanışma zorunludur. Hem mücadele eden hem de mücadeleye destek veren işçiler sendikalarını bu basıncın altında tutmalıdır. İşçilerin mali sorunlarının bu tarzda yaklaşımlarla giderilmesi moral düzeyin yüksek tutulmasını da sağlamaktadır. Sadece en temel ihtiyaçların karşılanabilmesini sağlayacak düzeyde bile olsa mali imkâna sahip olmak, grevin evin mutfağından gelecek bir direniş nedeniyle kırılmasını önlemede önemli rol oynamaktadır.

Grev ve direnişler sınıf savaşının muharebeleridir demiştik. Muharebe kelimesi grev ve direnişler sırasında kimi zaman kelimenin ilk anlamıyla da işçilerin karşısına çıkar. Patronlar örgütledikleri çeteler ve devletin kolluk güçleri ile işçilere saldırılar düzenlerler. Grev ve direnişlere yapılan saldırılar başarılı bir biçimde püskürtülmediği sürece mücadeleci işçilerin morallerini yüksek tutmak mümkün olmaz. Bu yüzden bu saldırılara karşı hazırlıklı olmak, bu gibi durumlarda nasıl davranılacağını karara bağlamak ve alınan karar doğrultusunda tedbirler alarak düzenleme ve görevlendirmeler yapmak zorunludur. Ve bu tür görevlerde en mücadeleci işçilerin yer almasına da dikkat etmek gerekir.

Grev ve direnişlerin her biri aynı zamanda bir psikolojik savaştır. Polis, jandarma ve çevre baskısı sürekli işçilerin karşısında durur. Bu durumların karşısında sinirlerin sağlam kalabilmesi ise moralin yüksek tutulmasıyla mümkündür. Oysa bu süreçte patronlar, işçilerin ruhen yıpranması için sürekli çalışırlar. Mücadele içindeki işçilerin birbirleriyle ve çevreyle olan ilişkileri bu yüzden çok önemlidir. Mücadele öncesinde genelde birbirine yabancı olan işçilerin kaynaşması, yapılan mücadelenin ortaya çıkardığı işleri birlikte yaparken karşılıklı güven duygularını artırmalarının sağlanması bu açıdan üzerinde titizlikle durulması gereken bir konudur. Bilinçlenen ve mücadele eden işçilerin birlik duygusunun yükselmesi, patronun işçilerin psikolojilerini yıpratma çabalarını boşa çıkaracak en etkili silahtır.

İşçilerin birlik duygusunun arttırılması sadece işyeri üzerinden somutlanacak bir şey değildir. Yaratıcı büyük bir sınıfın parçası oldukları, onları asıl güçlü kılanın bu birlik olduğu gerçeği bütün mücadeleye yansıtılmalıdır. Mücadeleye diğer işçilerin vereceği desteği sürekli kılacak çalışmalar yapılmalı, bunun yanında yerel, ulusal ve uluslararası alanlarda haklarını arayan diğer işçilerin mücadeleleriyle bağlar kurulmalı, dayanışma arttırılmalıdır. Bu anlayış elbette sadece söylem düzeyinde “işçi sınıfının birliği”nden bahsetmekle hayata geçirilemez. Yanı başındaki işyerlerinden başlayarak, mücadelenin içeriği ve talepleri diğer işyerlerindeki işçilere anlatılmalı ve bu çaba planlı ve örgütlü biçimde süreklileştirilip yaygınlaştırılmalıdır. Unutulmamalıdır ki her işyerindeki sorunlar sınıfın ortak sorunlarının bir parçasıdır. Bu yüzden taleplerin ve eylemlerin yayılması ve ortaklaştırılması zorunludur. Ortak düşmana karşı ortak mücadele gerekir!

Öte yandan diğer işyerlerinde çalışan işçilerin desteğini pasif bir biçimde beklemek hep aynı yanılgıya yol açar: “Bize yardım etmiyorlar.” Ancak pasif şekilde bunu beklemek, istenen sonucu doğurmaz. Sınıf bilincine sahip olmak, beklentilerimizin gerçekleşmesi için ter dökmenin gerektiğini de bilmek demektir. Bu yüzden mücadeleye girişen işçilerin bizzat kendileri farklı işyerlerine, işçi çevrelerine ve sendikalara ziyaretler örgütlemelidir. Bunları periyodik hale getirerek diğer işçileri de mücadeleye dâhil etmek gerekir. Oysa pek çok grev ve direnişte, o işyerindeki işçiler bile eylemlerden ve mücadelenin gidişatından habersiz kalmaktadır. Grevin yaşandığı işyerindeki işçilerin bile mücadeleye aktif katılımı sağlanmamışken, başkalarının desteğini beklemek ve başarının böylece geleceğini ummak boşunadır. Bu yüzden tüm işçiler mücadeleye aktif olarak katılmalıdır.

Bunun yanı sıra, taleplerin duyurulması ve eylemlerin yaygınlaştırılması adına yapılanlar, pek çok grev ve direnişte basın açıklamaları ile sınırlı kalmaktadır. Bir mücadele aracı olarak basın açıklamalarının bu denli öne çıkması ve bu araca işlevinin ötesinde önem atfedilmesi yanlıştır. İşçilerin taleplerini mümkün olduğunca fazla sayıda işçiye ulaştırma istekleri elbette anlamlıdır. Ancak bunun en sağlam yolu aktif ve sürekli bir çaba ile örülen eylemlerdir. Oysa sermayenin ideolojisini yayma araçlarından biri olan burjuva medyanın, işçilerin haberlerini çarpıtmadan vermesi ve taleplerini olduğu gibi yansıtması eşyanın doğasına aykırıdır. Bu haberler burjuva medyada, ya işçiler kolluk kuvvetleriyle açıktan çatıştığı zamanlarda ya da zaten cümle âlem durumdan haberdar olduğunda yer almaktadır. İşçilerin mücadelesini gerçekten sahiplenip haberlerini duyuracak olan asıl olarak işçi basınıdır. Bu yüzden, işçi basınını her dönemde sahiplenip geliştirmek ve yaygınlaştırmak için çaba göstermek büyük bir önem taşır. Basın açıklaması yapılacağı zamanlarda da, basını davet edici pasif bir yaklaşım yerine, gazete, radyo ve televizyon binalarının aileler ve mücadeleyi destekleyen diğer işçilerle birlikte toplu ve kitlesel biçimde “ziyaret” edildiği aktif tutumlar daha etkilidir.

Bir başka önemli nokta da, kadın işçilerin mücadeleye fiilen katılmalarında gösterilen eksiklikler ve yanlış görüşlerdir. Mücadele yalnızca erkek işi değildir. Aynı işyerinde üretimi kadın erkek ayrımı olmaksızın gerçekleştiren, aynı sorunları yaşayan ve aynı çıkarlara sahip işçiler mücadeleyi de kadın erkek omuz omuza sürdürmelidirler. Direniş ve grevlerde kadınların geleneksel pasif konumu mutlaka ama mutlaka değişmelidir. Kadın işçiler mücadeleye aktif olarak katılmalı, erkek işçilerle aynı görev ve sorumlulukları üstlenmeli, sendikalardaki, komitelerdeki, grev nöbetlerindeki ve direniş çadırlarındaki yerlerini almalıdırlar. Bunun yanı sıra işçi eşleri de, çocukları da bu haklı mücadeleye dâhil edilmelidirler. Direnişlerin yumuşak karnının aileler olduğu ve mücadeleye katılımları sağlanmadığı ölçüde felç edici bir etki yapabilecekleri unutulmamalıdır.

Grev ve direnişlerde komitenin işlevi

Grev ve direnişlerde en sık karşılaşılan durumlardan biri de işçilerin temsilcilerini seçtikten sonra bir kenara çekilmeleri ve pasifleşmeleridir. Oysa mücadeleye atılan işçiler arasında aktif ve pasif işçiler şeklinde bir bölünme en tehlikeli sorundur. Bu bakımdan mümkün olduğu ölçüde her işçinin sorumluluk alması ve görev üstlenmesi sağlanmalıdır. Her işin temsilcilerin sırtına yıkılması, yapılan işlerin niteliğini zamanla düşürüp temsilcileri de yıpratmaya başladığı gibi, kimi zaman da temsilcilerin bürokrat gibi davranmalarına zemin hazırlar. Komite her işi yapan değil, işleri örgütleyen, koordinasyonu sağlayan bir organ olmalıdır.

Komitelerin mümkün olduğunca çok işçiyi temsil edecek büyüklükte olmasına dikkat edilmelidir. Ancak gereğinden büyük bir yapılanma da hantallığa ve iş yapılamamasına yol açar. Bunun çaresi çeşitli görevler üstlenecek alt komiteler oluşturmaktır. Komite işçilerle canlı bağlarını koruyarak her gelişmeden onları haberdar etmeli, önemli dönemeç noktalarında tüm işçilerin onayına mutlaka başvurmalıdır. Alınan her kararın gerekliliği işçilere en ayrıntılı biçimde anlatılmalı ve böylece daha geri bilinçteki işçilerin bu mücadeleden öğrenerek ve eğitilerek çıkmaları sağlanmalıdır.

Sınıf mücadelesi dümdüz bir hatta ilerleyen tek bir çarpışmadan ibaret değildir. Komitenin, temsil ettiği işçilere, hiçbir somut kazanım olmasa bile hak elde etmek için savaşmanın kendisinin bir kazanım olduğu bilincini edindirmesi gerekir. Grev ve direnişler bir gün biter ama sınıf mücadelesi süreklidir.

Komiteler mücadeleye giren işçileri birleştirme çabasında olmalıdır. Mücadele başka işyerlerine yayıldığı ölçüde komiteler arasındaki işbirliğinin arttırılması ve merkezileştirilmesi zorunluluğu da kendini dayatır. Bir bölgede ya da aynı işkolunda eş zamanlı mücadeleler söz konusu olduğunda, merkezi bir komitenin oluşturulması, direnişçi işçilerin patronların saldırılarına karşı yekvücut davranabilmesini sağlayacaktır.

Komitenin görevlerinin bir başka yönü de sendika ile ilişkiler sırasında ortaya çıkar. Komite işçi sınıfı mücadelesinde bir olgu olan sendika bürokrasisinin karşısında pasif, boyun eğici bir tutum içinde olmamalı, kendi bağımsız varlığını kabul ettirmeyi bilmelidir. Sendika bürokrasisinin attığı tüm adımlar dikkatle takip edilmeli, gerekli teşhirlerden kaçınılmamalıdır. Uzlaşmacı sendikacıların işçilerden gizli olarak patronlarla görüşmeler yapmaya kalkışmamaları için, oldubittilerin kabullenilmeyeceği açıkça ortaya konmalıdır. Bu bakımdan komite adına layık olmak istiyorsa, son söz ve karar hakkını elinde tutmak için uyanık bir gayret göstermelidir.

Komitelerin yalnızca açık mücadelelerin verildiği dönemlerde değil, grev ve direnişler bittikten sonra da yaşatılması için çaba harcanmalıdır. Grev ve direnişin bitmesi mücadelenin bitmesi anlamına gelmez. Bu nedenle komitenin mümkün mertebe sürekli kılınması ve işyeri komitesi olarak varlığını sürdürmesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Böylece edinilen deneyimin devamlılığı ve işçilerin gelecekteki grev ve direnişlere daha donanımlı olarak girmeleri sağlanmış olacaktır.

İşçilerin hak arama mücadelesi de yöntemleri de meşrudur

İşçilerin içinde bulundukları koşulların sorumlusu sermaye sınıfı ve onun düzenidir. Bu yüzden işçilerin burjuvalara karşı yürüttükleri hak arama mücadelesi meşrudur. Bu nedenle işçiler eylemlerini istemeden içine düştükleri olumsuz ve geçici bir durum olarak görmemelidirler. İşçiler mücadelelerinde hakları için kavgaya girmektedirler. Ve bu kavga haklılığını burjuva yasalarına borçlu değildir.

Sınıfın sorunlarını da gerçekte mahkemeler değil yine sınıfın kendi eylemi, meşruluğunu kendi gücünden alan örgütlenmeleri çözer. İşçilerin kendilerine ve sınıflarına duydukları güvensizlik, genellikle sendikal bürokrasinin de yön vermesiyle, onları sıklıkla mücadelelerini tümüyle “yasal haklar” çerçevesine oturtmaya yöneltmektedir. Pek çok işyerinde işçiler direnişleri boyunca tüm umutlarını bu anlayışla mahkeme kararlarına bağlamışlardır. Son dönemde yaşanan pek çok örnekte de, bu tutum direnişleri pörsütmüş, işçileri pasif bir şekilde mahkeme kararlarını beklemeye itmiş ve neticede onların moralini fevkalâde bozmuştur.

İşçiler haklarını ancak mücadele zemininde kavga vererek alabilirler. Bugün burjuvazinin işçi sınıfı için siyasal ve sendikal yasaklarla dolu yasalarına bel bağlamak, kazanma şansını çok büyük oranda ortadan kaldıracaktır. Bu yüzden işçilerin kendi mücadeleleri ve hak almak için güçlerine göre uygulamaya girişecekleri yöntemler konusunda çekinceleri olmamalıdır. İşçiler mücadelelerinde sadece öz-güçlerine ve örgütlülüklerine güvenmelidir.

Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler


Özgür Doğan

Anayasaya değişikliği vesilesiyle ileri sürülen, “Atatürk İlke ve İnkılâpları”na yapılan atıfların Anayasadan çıkarılması önerisi, beklenildiği gibi statükocuların istemezük hezeyanlarıyla karşılaştı. Bu tartışmalar içerisinde ileri sürülen akla ziyan savların hepsini bir tarafa bırakmakta yarar var. Tek bir noktayı belirtmek yeterli: Kemalizm eleştiricileri cephesinde bile, bu anlayışın bir bütün olarak cesurca tartışılması ve artık aşılması gerektiğini dile getirecek net bir pozisyon alış sözkonusu değildir. En liberal görünen burjuva ideologlar bile gerçekte belli Kemalist önyargılardan bütünüyle muaf değildirler.

1946’da Kemalist tek parti rejiminin sona ermesinin ardından, 1950 seçimlerine gidilirken, Atatürk ilke ve inkılâplarının geniş halk kitleleri gözündeki anlamını idrak etmiş olacak ki, zamanın CHP yönetimi, seçim bildirisinde, altı okun tümünü birden Anayasadan çıkarmayı taahhüt ediyordu: “Tek parti devrinin icabı sayılarak anayasaya sokulmuş olan 6 umdeyi oradan çıkaracağız.”[1] Bugünse Kemalistler benzer bir öneriyi vatana ihanetle eş tutuyorlar! Kemalizmin temel ilkeleri olarak sayılan altı okun nasıl şekillendiğine ve işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğine bakalım.

Kemalizm “Milli Mücadele” döneminin ideolojisi değildir

Kemalist ideolojinin temel unsurları olarak görülen ve “altı ok”la sembolize edilen ilkeler; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık idi. Bu ilkeler, resmi eğitim sisteminin yıllar boyunca propaganda ettiği gibi daha “Milli Mücadele” yıllarında benimsenen ya da bu mücadeleye kılavuzluk eden ilkeler olmadığı gibi, TC’nin kuruluşuna damgasını basarak daha baştan resmiyet kazanmış da değillerdi. Bir başka deyişle, bugün generallerinden profesörlerine tüm Kemalistlerin iddia ettiğinin aksine bu ilkeler “Kurtuluş Savaşının ve TC’nin kuruluş felsefesini” yansıtmıyordu. Nitekim Milli Mücadeleyi yürütüp başarıya ulaştıran ve böylelikle de TC’ye giden yolu açan I. Meclisin yekpare bir felsefesi ya da siyasi anlayışı olmadığı gibi, bu Meclis içerisinde Bolşevizme içten bir sempati duyan küçük bir gruptan, saltanat ve hilafet yanlılarına kadar geniş bir yelpaze mevcuttu.

Sözkonusu ilkeler, Kemalist bürokrasinin öncülük ettiği burjuva dönüşüm sürecinin çeşitli evrelerinde, günün ihtiyaçlarına yanıt olarak pragmatist bir biçimde gündeme getirilmiş, altları farklı dönemlerde farklı şekilde doldurulmuş, adları sonradan konmuş ve resmiyet kazanmışlardı. 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle, Kürtlerin ayaklanmaları bastırılmış, işçi sınıfının örgütleri dağıtılmış, bununla da yetinilmeyip, burjuva devlet aygıtı içinde ve Milli Mücadeleye önderlik eden kadrolar arasında da kapsamlı bir “temizlik” gerçekleştirilmişti. Böylelikle CHP’nin tek parti diktatörlüğünün önündeki engeller temizlenmişti. 1927’de CHP’nin II. Kurultayında Mustafa Kemal’in 36,5 saat süren Nutuk’u aslında, Milli Mücadeleyle başlayıp o güne dek uzanan tarihsel sürecin, zafer kazanmışlar tarafından yeniden yazılması ve böylelikle bir mitolojinin de temellerinin atılmasıydı. Aynı Kurultayda, CHP’nin ilkeleri olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık benimsenmişti. 1931’deki III. CHP Kurultayında ise bunlara laiklik, devletçilik ve devrimcilik de eklendi. 1935’deki IV. Kurultayda ise, parti programına, “Partinin güttüğü bu esaslar Kemalizm prensipleridir” cümlesi eklenerek, “Kemalizm” ifadesine resmiyet kazandırılmıştı. Sözkonusu ilkeler 1937’de de Anayasaya dâhil edildi.

Cumhuriyetçilik

İttihat ve Terakki’nin tüm genç subayları gibi Mustafa Kemal de “devlet-i Osmaniyi kurtarma” ve onu modern temellerde ayağa kaldırma heveslisi bir gelenekten geliyordu. Bunun yolu ona göre de Batı ile bütünleşmekten ve onun düzeyine çıkmaktan geçiyordu. Padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı ve göstermelik bir düzeye çekildiği Anayasal monarşi bu açıdan biçilmiş kaftandı ve yeni gelişmekte olan burjuvazinin çıkarlarıyla da uyumluydu. I. Dünya Savaşının öncesinde arzulanan ve yaşananlar da bu yöndeydi. Ne var ki Osmanlı’nın savaştan yenik çıkması ve başkenti olan İstanbul’un işgal edilmesi durumu değiştirdi. Emperyalist işgale tümüyle boyun eğen saltanatın, üstelik de kendisini kurtarmaya çalışanları vatan haini ilan edip haklarında idam fermanı çıkarması, anayasal monarşi hayallerinin suya düşmesini ve Mustafa Kemal ekibinin ister istemez saltanatı dışlayan bir çözüm arayışına girişmesini beraberinde getirdi.

Böylece Batı kapitalizmine entegre olarak devleti kurtarmanın ve onu modern kapitalist temellerde yeniden inşa etmenin tek yolu, saltanatın tasfiye edilmesinden, monarşiye son verilmesinden ve dolayısıyla cumhuriyetten geçiyordu. Bu aynı zamanda Sarayın aforoz ettiği Mustafa Kemal ve ekibi açısından siyasal iktidar üzerinde belirleyici olmanın geriye kalan tek yolu idi. Bu bağlamda, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu meşhur vecizesi, egemenliğin gerçekten “millete” ait olduğunu değil ama artık kesinlikle padişaha ait olmaması gerektiğini anlatıyordu. Dolayısıyla, cumhuriyetçilik, egemenliğin mülk sahibi sınıflarda ve onunla iç içe geçip ona öncülük eden Kemalist bürokraside olduğu gerçeğinin ifadesiydi.

İşin aslında cumhuriyet, sözcük anlamıyla, egemenliğin “bir yerde toplanmış halk topluluğunda”, cumhurda, olduğu anlamına gelir. Cumhuriyet sözcüğünün karşılığı olduğurespublica, siyasetin “kamu”ya, yani tüm topluma ait olduğu rejim demektir. Bu durumda cumhuriyet, toplumun kendi kendisini yönetmesini yani demokrasiyi de içinde barındırmalıdır. Ne var ki, kavramların soyut dünyasından gerçek dünyaya geri döndüğümüzde, hiçbir burjuva cumhuriyette, siyasal iktidarın tüm topluma ait olduğunu göremeyiz. Toplum sınıflara bölünmüştür ve siyasal egemenlik de gerçekte iktisaden egemen olan sınıfa aittir. Kapitalist toplumda demokrasi, burjuva demokrasisidir. Ancak burjuvazi normal koşullarda egemenliğini olağan yollardan sürdürebilmek için işçi sınıfı ve emekçilerin de siyasal haklarını belli ölçüde tanımak zorunda kalır. Yalnızca tüm toplumun üyelerinin biçimsel eşitliği anlamına geliyor olsa bile, bu durum, kapitalizm öncesi toplumlara göre önemli bir ilerlemedir. İşte cumhuriyet ve demokratik haklar arasındaki bu içsel ilişkiden ötürüdür ki, işçi sınıfı, feodalizme, monarşiye ve Asyatik despotizme karşı mücadele bayrağına cumhuriyet talebini de işlemişti.

İşçi sınıfı açısından cumhuriyet rejimini savunulur ve anlamlı kılan şey, onun demokratik mahiyetidir. Dolayısıyla demokratik olmayan kendinden menkul bir cumhuriyet işçi sınıfı için bir şey ifade etmediği gibi, cumhuriyet olmadan da burjuva demokrasisi pekâlâ mümkündür. Kapitalizmin beşiği olan Hollanda ve İngiltere bugün bile krallıktırlar; ancak burjuva demokrasisinin göreli genişliği, bu ülke işçi sınıflarının siyasal gündeminden cumhuriyetçilik ilkesinin zaman içerisinde düşmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı şeyi Belçika, İspanya ve Japonya için de söylemek mümkün. Burada önemli bir hususa daha değinelim. İşçi sınıfı açısından demokratik cumhuriyet talebinin hiçbir şekilde yeterli olamayacağı gerçeği daha 1848 devrimleri sırasında ortaya çıkmıştı. Demokratik cumhuriyet talebiyle yola çıkan burjuvazinin o günkü en ilerici kanadının programı bile işçi sınıfı açısından yetersiz idi ve tam da bu nedenden ötürüdür ki, işçi sınıfı kendi hedefini yalnızca demokratik bir cumhuriyetle sınırlamamış, daha o günden önüne sosyal bir cumhuriyet hedefini koymuştu. Bu hedef, zaman içerisinde Komün tipi bir iktidarla somutlaşıp Sovyet Cumhuriyeti olarak 1917’de zafere ulaşacaktı.

Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı bu açıdan temel bir sorunu içinde taşır. Bu cumhuriyet daha en başından itibaren ne ilkesel olarak ne de pratikteki uygulamalarıyla demokratik bir içeriğe sahiptir. Demokratlık prensibi, Kemalizmin ne temel ilkeleri arasında ne de sonradan icat edilen “yardımcı ilkeler” arasında mevcuttur. Kemalist rejimin Adalet Bakanı ve önde gelenlerinden Mahmut Esat Bozkurt, Hitler’in ve Mussolini’nin Atatürk’ü örnek aldığını söylemelerinden gurur duyuyor ve şöyle diyordu: “gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor[lar]. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir. … Demokrasi de bundan başka bir şey olamaz.[2]

İşçi örgütlerinin, grevlerin, komünist parti ve düşüncenin yasaklanması, Kürt isyanlarının defalarca kıyımlarla bastırılması, azınlıkların mübadelesi ve geriye kalanların büyük baskı altına alınması, Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemelerince binlerce kişinin sudan sebeplerle idam edilmesi, 30’larda siyasi ve toplumsal baskının faşizan boyutlara tırmanması vb. gibi cumhuriyetin ilanından sonraki anti-demokratik uygulamalar bu otoriter “demokrasi” hakkında yeterli fikir vermektedir. Ayrıca, cumhuriyetin ilanını takip eden süreçte olduğu gibi onu önceleyen süreç de, mülk sahibi sınıfların muhalif temsilcilerinin dahi suikastlara varacak boyutlarda baskıcı yöntemlerle susturulmasını içeriyordu. Bu süreçte yaşananlar, cumhuriyet döneminde yaşanan çok daha ağır baskı koşullarının bir habercisiydi. Nitekim saltanatın kaldırılması görüşmelerinde yaşananlar bunun sadece bir örneğiydi.

Mecliste saltanatın kaldırılması görüşmeleri, Mustafa Kemal’in de içinde olduğu 82 milletvekilinin önergesiyle başlamış ancak sonuç alınamamıştı. 1 Kasım 1922’de tekrar görüşülen konu, komisyona havale edilmiş ve komisyonda da görüşmeler tıkanma noktasına gelmişti. Mustafa Kemal’in “burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır ama, belki birtakım kafalar kesilecektir” şeklindeki tehdidi ile aynı gün saltanat oybirliği ile kaldırıldı. Ne var ki, Milli Mücadeleye önderlik eden bu I. Meclis, daha önce de değindiğimiz üzere, cumhuriyet kurmak için değil, saltanat ve hilafeti kurtarmak ve işgali kırmak amacıyla yola çıkmıştı. Mustafa Kemal ve ekibi, Meclis içerisinde kendilerine muhalif olanların direncini kırmayı başaramamıştı. Önce kendilerini Müdafaa-ı Hukuk grubu olarak örgütleyen Kemalist ekip, ardından Milli Mücadelenin amaçlarını ve çerçevesini belirleyen Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarını bu grubun biricik amacı olarak ilan ettiler. Böylelikle, Milli Mücadelenin yalnızca kendileri tarafından verildiği şeklinde bir izlenim yaratılmış oluyordu.[3] 1923 Nisanında Hıyanet-i Vataniye kanununda yapılan değişiklikle muhalefet imkânsız hale getirildi. Ardından da Meclis dağıtıldı. Yeni Meclise kimlerin milletvekili “seçileceğini”, oluşturulacak listede kimlerin yer alacağını belirleyen tek bir kişi vardı: Mustafa Kemal. Göstermelik bir seçimin ardından oluşan II. Meclisin neredeyse tamamı artık bu gruptan oluşuyordu. Grup kendisini 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası olarak adlandırdı. İktidarın bir parti aracılığıyla tek bir ekibin elinde tekelleşmesine rağmen, cumhuriyetin ilanı yine aynı grup içinde yaşanan şiddetli iç tartışmaların ardından ancak 29 Ekim 1923’de gerçekleştirilebildi.

Yeni rejimin tek adam ya da tek parti diktatörlüğü olduğu şeklindeki eleştirilere karşı Mustafa Kemal’in açıklamaları, bunu reddeden değil açıkça ilan eden bir içeriktedir: “Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içine bir kısım değil, bütün millet dâhildir.” Mademki Halk Fırkasına bütün millet dâhildir, bu durumda “milli egemenlik” de CHP’nin egemenliği anlamına geliyordu! CHP’nin bu egemenliği hangi temsilciler aracılığıyla kullanacağı, Meclise kimlerin gireceği, kimlerin devlet aygıtının hangi pozisyonunda yer alacağı vb. ise yine öldüğü tarihe kadar Mustafa Kemal tarafından belirlenecekti.[4] Klasik burjuva devrimlerinin cumhuriyet talebi parlamenter demokrasiden ayrı düşünülebilir bir şey değildi. Gerçekten de burjuva demokrat anlamda bile “özgür” seçimlerin olmadığı bir cumhuriyet ise, “milli egemenlik” düşüncesiyle çelişmektedir. Türkiye’de yaşanan durum bu açıdan 20. yüzyıl dünya tarihindeki ilk cumhuriyet garabetlerinden biridir ama sonuncusu olmamıştır.

Milliyetçilik

Kara Harp Okulunun 2007 yılı açılışında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Başbuğ, “Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve gelişiminin bir devrim olduğunu” ifade ederek şunları söylüyordu: “Atatürk’ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır. Onun devrimi ümmet toplumundan laik ulus devlete dönüşümdür.[5] Üzerinden 80 yıl geçtikten sonra bile en üst düzey generallerin her fırsatta ve biteviye Kemalist milliyetçiliğin ne demek olduğunu açıklama gayretleri dikkat çekicidir. Peki bu gayretler ne tür bir sıkıntının dışavurumudur? Herhalde, her şeyden önce, Kemalist milliyetçiliğin tam da etnik kökene son derece yoğun bir vurgu yaptığı gerçeğini örtbas etme kaygısının olsa gerek. Bıraktık etnik kökeni öne çıkarmasını, 30’lu yıllarda milliyetçilik en militarist, en saldırgan ve en ırkçı biçimlere bürünmüştü. “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” ile tüm insanlık uygarlığının temelinde “Türk uygarlığı”nın yattığı, Türklerin en üstün millet olduğu düşüncesi resmi ideolojinin en önemli parçası durumundaydı. Türklerin asker bir millet olduğu ve iki ordusunun bulunduğu söyleniyordu. Bunlardan birincisi TC devletini korumak için ölüp öldürecek askerlerden oluşuyordu; ikincisi de gençlere ne için ve neden ölüp öldürmeleri gerektiğini kavratacak olan öğretmenler ordusuydu. Uzun yıllar CHP Genel Sekreterliğini ve İçişleri Bakanlığını yapmış, Kemalist ekibin önde gelen faşistlerinden Recep Peker, “İnsanlık 20. yüzyıla açılırken tek bir şey, Türk kanı bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştır” diyordu. 1930 yılında Ağrı’da patlak veren Kürt isyanı hakkında Başbakan İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.[6] Ayaklanmanın bastırıldığı günlerde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, “bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” diyor ve dönemin yaygın ırkçı anlayışını şöyle dile getiriyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.[7]

Bu militarist ve ırkçı milliyetçilik anlayışı, bir taraftan özellikle 30’lu yılların ortalarından itibaren Alman faşizmiyle iktisadi ve siyasi planda sağlanan yakınlaşmaya, diğer taraftan da halk kitleleri arasında gerçekte varolmayan bir milliyetçi değerler setini bir an önce oluşturmanın rejimin bekası için zorunlu olduğu düşüncesine dayanıyordu. Cumhuriyetin kuruluşunun öncesindeki on yıllar, İmparatorluğun milliyetçi ayaklanmalarla parçalanmasına şahit olmuş ve buna bir tepki olarak Kemalist önderliğin de içinden çıktığı İttihat ve Terakki geleneği, “devleti koruyup kurtarma” adına, Türk milliyetçiliğini geliştirmeyi, Osmanlı sınırları içerisindeki gayri Müslim azınlıkları tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Ermeniler fiilen büyük ölçüde temizlendikten sonra 1920’li ve 30’lu yıllarda sıra Kürtlere gelmişti. Modern bir ulusal bilincin gelişebileceği gelişkin bir kapitalist temelin yokluğunda ve Kürtlerin arkası kesilmeyen isyanları karşısında, geçmişin korkularını üzerinden atamayan Kemalist yönetici kadrolar, tüm diğer sorunlarda olduğu gibi ulusu inşa etme sorununda da tepeden inme, baskıcı ve totaliter yöntemlerle, faşist Almanya’dan kopyalanmış muazzam bir propaganda aygıtını kullanarak çözüme ulaşılabileceğini düşündüler.

Halkçılık, Devletçilik

Solcu geçinen çeşitli çevrelerin Kemalizme olan sevdasının temel nedenlerinden biri, onun devletçi, ulusal kalkınmacı ve güya halkçı çizgisidir. Halkçılık olarak bilinen ilkenin ortaya çıkışı, onun içeriğinin ne denli halkçı olmaktan uzak olduğunu da gösterir. I. Meclis içerisinde Bolşevizme sempati duyan bir Halk Zümresi grubunun oluşması, bu grubun komünistlerle ilişkiye geçmesi ve Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu güçlerinin de desteğini alması, Mustafa Kemal’e büyük bir tehdit olarak görünür. Yeşil Ordu ve Halk Zümresinin emekçilerden yana tutum ve söyleminin etkisini kırmak için Mustafa Kemal 13 Eylül 1920’de kendi “halkçılık programı”nı açıklayıverir: “[Onları] Hükümetten ayrı bir grup yapmaktan vazgeçirmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı altında hükümetçe bir program kabul ettik. ‘Halk Zümresi’ kendiliğinden dağılmış gibidir.” Aynı günlerde Kemalistlerin, güvendikleri adamlarına bir resmi “Türkiye Komünist Partisi” kurdurttuğunu ve “komünist” fikirler savunulacaksa bu partiye üye olunmasını şart koştuğunu da hatırlatalım! Ne var ki, olaylar hiç de Mustafa Kemal’in dediği gibi gelişmemiş, ne Halk Zümresi ne de Yeşil Ordu kendiliğinden dağılmıştır. Her ikisinin üzerine de iç savaş yöntemleriyle gidilmiş ve fiziksel olarak tasfiye edilmişlerdir. Mustafa Suphi önderliğindeki gerçek komünist önderler kadrosunun ise aynı dönemde Karadeniz’de vahşice katledildiğini biliyoruz.

Kemalist halkçılıkla kastedilen, halkın en geniş kesimlerinin çıkarları doğrultusunda bir politika izlemek değildi. Bu ilke, toplumda çıkarları birbiriyle çatışan sınıfların bulunmadığını, toplumun birbiriyle dayanışma içinde ve birbirine muhtaç çeşitli mesleklerdeki bireylerden oluştuğunu ileri sürer. Ancak gerçekliğin tümüyle reddine dayanan bu savın hiçbir bilimsel temeli yoktur. Burjuva sosyologlar bile toplumun sınıflardan oluştuğunu ve üstelik de bu sınıfların bir çıkar çatışması içerisinde bulunduğunu bilir ve reddetmezler.

“Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi, Kemalist rejimin totaliter özünü açıkça ortaya seriyordu.[8] Sınıfsızlık maskesi altında, burjuvazinin toplumsal egemenliğinin temelleri atılmaya, korunmaya ve güçlendirilmeye çalışılıyordu. Her şey gerçekte halka rağmen, görünüşte ise halk için yapılıyordu! Mademki halk sınıfsız ve kaynaşmış bir kitleydi, bu durumda bu kitlenin çıkarlarını korumak için Halk Partisinden başka bir partiye de, demokrasiye de gerek yoktu. Bir taraftan sınıfların varlığı reddedilirken, diğer taraftan faşist İtalyan ceza yasalarından kopyalanıp 1990’lara kadar devam edecek olan meşhur 141 ve 142. maddeler komünistlere karşı bir önlem olarak yürürlüğe sokuluyordu. Bu maddeler, “bir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde tahakküm kurmaya teşebbüsünü” suç olarak düzenliyordu. Olmadığı söylenen, yani hayali bir sınıfın, olmayan diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını istemek, hiç de hayali olmayan, gayet de gerçek bir ağır hapis cezası demekti: 8 yıldan 15 yıla kadar.

Kemalizmi devletçi olduğu için sol olarak görmek, ulusal kalkınmacı olduğu için de anti-emperyalist olarak değerlendirmek diğer bir yaygın yanılsamadır. Oysa Kemalizmin, sol düşünceyle, sosyalist fikirlerle hiçbir ortak tarafı yoktur. Kemalist devletçilik, devlet kapitalizmi demektir. Sermayeye karşı değildir, bilakis sermaye sınıfını temel alır, onun gelişimini teşvik eder ve kapitalist sanayinin gelişiminin zeminini hazırlar. Nitekim daha cumhuriyet kurulmadan önce, Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresinde, Kemalistler, hem emperyalist sermayeye hem de yerli burjuvaziye ve özellikle de İstanbul’un kozmopolit ticaret burjuvazisine güvenceler vermişlerdi. Osmanlı borçlarının devralındığı ve hiçbir şekilde karşılıksız millileştirmeye girişilmeyeceği karara bağlanmıştı. Kongrede Mustafa Kemal, “yabancı sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her zaman hazırız” diyordu. 20’li yıllarda bir dizi önlemle gerek yerli burjuvazinin gelişiminin önündeki engeller kaldırılmaya gerekse de yabancı sermayenin ülkeye gelmesi teşvik edilmeye çalışıldı.

Her türlü teşvike ve emeği sınırsızca sömürme hakkına rağmen 20’li yıllarda özel sektörün sanayileşme yolunda ciddi bir adım atamaması ve beklenen yabancı sermaye akışının bir türlü gerçekleşmemesi rejimi sıkıntıya sokuyordu. 1929’da tüm kapitalist dünyayı sarsan büyük buhran Türk ekonomisini de fena halde vurmuştu. Kemalist bürokrasi, bu krizin etkilerini hafifletebilmek için, 1930’lu yılların başlarından itibaren bizzat kendi eliyle temel tüketim maddelerini, sanayi için hammadde ve ara mamulleri üretecek büyük sınai kuruluşları inşaya girişirken bir taraftan da sanayinin gelişmesi için gerekli altyapı yatırımlarını yapmaya başladı. CHP’nin 1931 ve 1935 programlarında devletçilik şöyle formüle ediliyordu: “Aslolan ekonomik faaliyette bireysel teşebbüstür, ama bunun yetmediği yerlerde devlet gücü devreye girerek ekonomik kalkınmayı sağlar.” Yani devlet kapitalist sanayinin gelişimine destek olur ve onun zeminini hazırlar.

Böylelikle sağlanan iktisadi canlılık ve büyümeden faydalanan yine de uzun yıllar boyunca ticaret ve tarım burjuvazisi oldu. Sanayi burjuvazisi de bu dönemde gelişimini sürdürdü ama onun ciddi bir atılım yapması ancak 50’li yılların sonlarından itibaren mümkün olacaktı. Devletçilik politikasının önemli sonuçlarından biri de asker-sivil bürokrasinin giderek çok daha büyük oranlarda iş âlemine dalarak “burjuvalaşması” olacaktı. Devlet kapitalizmiyle burjuvazinin iktisadi gelişiminin önünü açan “halkçı” Kemalist rejim, sıra o halkın çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik haklarına gelince kılını bile kıpırdatmadı. Bir iş yasasının çıkması için cumhuriyetin ilanının üzerinden 13 yıl geçmesi gerekti. Sendika hakkı ancak 1947’de, Kemalist tek parti diktatörlüğü dönemi bittikten sonra tanındı. Grev ve toplusözleşme hakkı için ise işçi sınıfı tam 40 yıl beklemek zorunda kalacaktı.

Peki kapitalizmi devlet eliyle geliştirme anlamına gelen devletçilik emekçilere ne sağladı? Dizginsiz, kuralsız ve sınırsız bir sömürü! Emekçi halk kitlelerinin dizginsiz sömürüsü daha da arttıkça Kemalist rejimin “halkçılık” söyleminin de güçlendiğini görürüz! Daha 1927 yılında İsmet İnönü Meclis kürsüsünden şöyle haykırıyordu: “Memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiçbir şey yok! Ben bunları yapacağım, bunları yapabilmek için paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para da bulsam alacağım.” Köylü memleketin “efendisi” idi ve buğday üretiyordu, ama dünya krizi koşullarında köylüyü korumak için Buğday Koruma Kanunu da şarttı; ekmek yiyen herkes ekmek başına bir kuruş vergi verecekti! Her yetişkin erkek yıllık 8 ila 15 lira “yol vergisi” verecekti. Ortalama bir köylü ailesi için bu, yıllık yaklaşık 60 lira demekti, 1 ton buğday ise o dönemde 40 liraya satılıyordu! Tüketim malları üzerindeki vergiler 1927’den 1934’e %53 artarken, aynı dönemde kişi başına düşen gelir %40 azalmıştı. Hapishaneler vergisini ödeyemeyenlerle doluyor, 1932’de 700 bin kişi vergi ödeyemediğinden zorla yol yapımında çalıştırılıyordu! İlerleyen yıllarda burjuva devlet iki bin milyoner yetiştirmekle övünürken, zorla çalıştırma daha da yaygınlaşıyor, ücretler daha da düşüyor, işgünü resmen 11 saate çıkarılıyordu. Tüm bunlar, devletçiliğin kimin çıkarına olduğunu göstermesinin yanı sıra tek parti diktatörlüğü dönemi bittiğinde, CHP’nin neden büyük bir seçim yenilgisine uğradığını da açıklıyor olsa gerek.

Laiklik

Yukarıda değindiğimiz konuşmasında orgeneral Başbuğ, laiklik ilkesinin “Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşı” olduğunu vurgulayarak, devletin ulusal, üniter ve laik olma ilkelerinin, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturduğu”nu söylüyor. Laiklik konusundaki bu yorum da yanlıştır. Baştan başlayalım. I. Meclis’in açılış töreninin nasıl yapılacağı ve tüm yurtta kutlamaların nasıl yapılması gerektiği bizzat M. Kemal tarafından bir bildiriyle açıklanmıştı. Buna göre, “vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtarılması” görevini yapacak olan Meclis’in açılışı için bilinçli olarak Cuma günü tespit edilmişti. Tüm vekillerle birlikte Cuma namazı kılınarak Kur’an okutulacak ve onun “nurundan feyz alınacak”tı. Ardından “Sakal-ı Şerif” ve “Sancak-ı Şerif” alınarak Meclise gidilecek, Meclis kapısında dualar okunarak kurban kesilecekti. Meclis’in açılacağı güne kadar her ilde hatim indirilecek, “Halifemiz, Padişah efendimizin yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları” için dualar okunacak, vaazlar verilecekti. Tüm bunlar harfiyen yerine getirildi ve yıllar sonra Mustafa Kemal ünlü Nutuk’unda, bu durumu “o günün duygu ve düşüncelerine uymak zorunda kaldıklarıyla” açıkladı. Ne de olsa “şartlar ve zemin” uygun değildi! Ama yine de bu dini tören ve ritüeller, daha en baştan ulusal ve laik bir devleti hedeflediği iddia edilen bir önderlik için pek de uygun bir başlangıç olmasa gerek! Benzer dini törenler, İslam dinine atıflar vb. ilerleyen yıllarda da devam edecekti. Oysa 1908’de II. Meşrutiyet Meclisi açılırken bu tür dini törenlerin hiçbiri sözkonusu olmamış, övgüler Hilafet ve Saltanat makamına değil, Anayasaya yapılmıştı.

Cumhuriyetin ilanından bir ay önce Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Fırkasının program niteliğindeki dokuz maddelik bildirisinin ikinci maddesinde, “Hilafetin en yüksek dini makam olarak korunacağı” yazılıydı. Bu madde 1927 yılına kadar değiştirilmedi. Laiklik ilkesinin çok daha sonraları icat edildiğinin en bariz göstergesi, 3 Mart 1924’de halifelik kaldırılmış olmasına rağmen, Nisan ayında yürürlüğe giren 1924 Anayasasının ikinci maddesinde “Türkiye Devletinin dini İslamdır” ibaresinin yer alıyor oluşudur. Üstelik bu madde 1928’e kadar yürürlükte kalmıştır! Halifeliği kaldıran düzenlemeyle birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim veren gayri resmi okullar kapatılıp resmi imam-hatip liseleri kurulmuş, din dersleri resmi devlet okullarında da zorunlu ders olarak verilmeye başlanmıştı. Böylelikle gerek din eğitimi, gerekse de dini ibadetler devletin denetimi altına alınarak resmileşiyordu. Bu durum anayasal bir devlet dininin varlığıyla da birleşince, kesinlikle laik olmayan bir devlet anlamına geliyordu. TC’de ortaya çıkan bu durum aslında Osmanlı’nın son döneminde oluştuğu şekliyle devletin dinsel alan üzerindeki egemenliğinin devam ettiği anlamına geliyordu. Toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi din alanında da devlet, kendi anladığı, uygun gördüğü bir anlayışı yerleştiriyor, dinsel kurumları örgütlüyor ve besliyordu.

Muhalefete göz açtırılmadığı, farklı siyasal parti kurmanın yasak olduğu, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda huzursuzluk kendisini geleneksel kanalların dışında ifade edemez hale gelir. İşte daha TC’nin kuruluşundan itibaren yaşanan da tam bu olmuştur. Çeşitli iç isyanların ve en önemlisi de Şeyh Sait’in önderlik ettiği Kürt isyanının İslami motifleri de içinde barındırmasının nedenlerinden biri bu idi. Geleneksel dini toplanma yerlerinde giderek yükselen huzursuzluğun dışa vurulması, devlet tarafından uygulanan baskının daha da artmasına yol açmış, Takrir-i Sükûn yasası ve İstiklal Mahkemeleriyle bir terör dönemi başlamış idi. Bu terör dalgasından, işçi sınıfı, komünistler, Kürtler ve kimi burjuva muhaliflerden sonra geleneksel dini kurum ve mekânlar da paylarına düşeni aldılar. Muhalefetin bu geleneksel kanallarını da ortadan kaldırmak üzere, 1925 sonunda tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı, dini cemaatler ve tarikatlarla birlikte devletin denetimi dışında her türlü dini faaliyet, unvan, sıfat ve giysi de yasaklandı.

Ne var ki, yasaklamalarla ne bir din ortadan kaldırılabilir ne de muhalefet sonsuza kadar yok edilebilir. Nitekim öyle de oldu ve yasaklanan her şey yeraltına geçerek devam etti. Tabii bunlarla birlikte bürokrasinin rejimin bekasını sağlama korkusu da! Bu korkunun derinleşip kökleşmesiyle, nihayet 1928’de TC Anayasasından “devletin dini İslamdır” ibaresi çıkarıldı. Laiklik ilkesi 1931 yılında CHP’nin programına, 1937’de ise Anayasaya dâhil edilmesine rağmen devlet dinden elini hiçbir zaman çekmedi. Din hiçbir zaman resmilikten çıkıp tam olarak sivilleşmedi. İslam dininin başı olarak halifelik kurumunu kaldıran ama bizzat kendisi dinin başı olarak hareket eden bir devletin laik olduğu yutturmacası bugün de devam ediyor. Gerçekte hiçbir zaman laik olmamış olan TC’nin 1937’ye kadar hukuki olarak da laik bir devlet olmadığını burada not edelim.

Öyle gözüküyor ki, generalimizin bahsettiği “laik kuruluş felsefesi”nin (“resmi tarih” yazma girişiminin demek daha doğru olur) temelleri ancak 1927’deki muzafferler kongresinde okunan Nutuk ile atılmaya başlanmış ve 30’lu yılların ortalarında bütünsel bir şekle kavuşmuştur!

İnkılâpçılık

Uzun yıllar boyunca devrimcilik olarak anılan bu ilke, 12 Eylül faşizmiyle birlikte “inkılâpçılık” olarak kullanılmaya başlandı. Ne de olsa devrimcilik tehlikeli bir şey idi! Bu “ilke” devrimciliği övmez, tersine zaten Mustafa Kemal’in “yanılmaz” önderliği sayesinde “geleneksel kuruluşları modern kuruluşlarla” değiştiren devrimler yapıldığını iddia ederek, böylece ortaya çıkan “modern yapı”nın tanınıp, kabul edilmesini ve korunmasını söyler. Bir başka deyişle, statükonun muhafaza edilmesini belirtir.

İktisadi ve siyasi alanda yapılan “inkılâplar”, toprak devrimi gibi kapsamlı bir dönüşümün yapılamamasının yarattığı belirleyici daraltıcı etkiye rağmen yine de burjuva toplumun iktisadi gelişiminde ilerletici bir rol oynamışlardır. Bu açıdan Elif Çağlı, Mustafa Kemal ve onun önderliğini şöyle değerlendirir: “M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı birsiyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez.”[9] Yukarıda bu ilerlemenin işçi ve emekçilerin ne denli dizginsiz bir sömürüsüne ve nasıl bir siyasal despotizme dayandığını görmüştük. Ne var ki, toplumsal planda ve eğitim ve kültür alanında sınıflandırılan “inkılâplar”a geldiğimizde işler değişmeye başlar. Bunlar hakkında söylenmesi gereken ilk şey, tüm bu reformların emekçi halkın çıkarına olsun diye yapılmadığı, çoğunun göstermelik ve biçimsel girişimler olarak kaldığı ve toplumun geniş kesimlerinin gündelik yaşamına pek nüfuz edemediğidir.

Topluma tepeden dayatılan, çoğunlukla üstyapısal dönüşümleri hedefleyen biçimsel uygulamalarla sınırlı bu reform girişimlerini bir devrim olarak adlandırmakla, aslında “halk yararına” gerçek bir toplumsal devrimin ve kültürel atılımın yapılamadığı gerçeği gözlerden gizlenmeye çalışılıyordu. Çağdaşlaşma adına doğrudan toplumsal hayatı düzenlemeye dönük reform girişimlerinin çoğu büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

Birkaç örnek verelim. Kadının erkekle eşit haklara kavuşturulduğu iddiasının koca bir yalan olduğu ortada değil midir? Şapka ve kıyafet devrimi gereğince “modernleşmedikleri” için onlarca insanın idam edildiği bir başka ülke var mıdır? Ya da “devrimin” üzerinden 82 yıl geçmişken halen başörtüsüyle uğraşan bir başka ülke? Lâkap ve unvanların kaldırılmasıyla övünülür, ancak yasaklanan sıfatların birçoğu kullanılmaya devam edilmiştir; bugün bile ortalık “beyler”den, “hanımefendiler”den geçilmediği gibi, Kemalist devrimlerin koruyucusu sıfatlı generaller kendilerine “Paşa” denilmesinden büyük gurur duyarlar. Bir taraftan “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” denilip geleneksel dini mekânlar kapatılırken, diğer taraftan birçok “Şeyh”in tek parti rejimi sona erene dek daimi mebusluğa atanmasına ne demeli? İnsanların ölülerden medet ummaması gerekçesiyle türbeler yasaklanır, oysa kendileri kişi putlaştırmasının en alasını yaparlar. Ya da pek laik eğitim sisteminde zorunlu din derslerine, devlete ait imam-hatip liselerine, ilahiyat fakültelerine, okullardaki mescitlere ve en başta da Diyanet İşleri Başkanlığına ne demeli? Öztürkçeleştirme amacıyla girişilen dil devriminin en önemli sonuçlarından biri, dilin kısırlaşmasına yol açarak torunların dedelerinin söylediklerini ve yazdıklarını anlamamaları olmadı mı?

İktisadi bir temele dayanmaksızın da birtakım kararnamelerle toplumun gündelik yaşantısının bugünden yarına dönüştürülebileceğini, kültür kararnameleriyle bir kopuş yaratılarak Batı seviyesine çıkılabileceğini hayal eden bu tepeden inmeci, seçkinci anlayışın gündelik yaşam içerisinde yaratabileceği tek şey muazzam bir toplumsal travma idi. Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün “Beyaz Türk” lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti.

Bir bütün olarak bakıldığında bu dönüşüm çabalarının esas amacı, Kemalistlerin iddia ettiği gibi, modernleştirerek halkın yaşam düzeyini yükseltmek değildi. Bu reformlar, esas olarak mülk sahibi sınıfların kapitalist Batı dünyasıyla ilişkilerinde ortaya çıkan uyumsuzlukları ortadan kaldırmayı, özel mülkiyet rejimini ve emeğin sömürü olanaklarını genişleterek güvence altına almayı amaçlıyordu. Özel mülkiyet sisteminin önü bir kez açıldığında, zaman içerisinde kapitalist gelişmenin hızlanması zaten kaçınılmazdır. Ne var ki, geniş emekçi kitlelerin seferberliğine dayanarak toprakta pre-kapitalist ilişkileri Jakoben bir tarzda ortadan kaldırmakla, kırsal kesimde kapitalist gelişimi Prusya tipinde sancılı bir evrimsel sürece havale etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Kemalist rejim, ikinci yoldan yürümüş ve kırı kendi kaderine terk etmiştir. Hatta bununla da yetinmemiş, kırın geri unsurlarıyla (toprak ağaları, şeyhler, vb.) ittifak kurarak onları meclise taşımıştır.

Kurtarıcı mesihlere aldanma

Gördüğümüz gibi CHP’nin meşhur altı oku, Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasının ardından kurulan ve 20’li yılların sonlarına doğru ancak pekiştirilebilen bir olağanüstü burjuva rejimin ideolojik dayanakları olarak sonradan imal edildiler. Kemalizme boyundan büyük bir anlam yükleyenlerin, onu anti-emperyalist bir hareket olarak değerlendirip, ona son derece abartılı bir ilericilik hatta solculuk atfeden sol çevrelerin temel yanılgılarından biri, Kemalizm denen program ya da ideolojinin, bir olağanüstü burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak şekillendiğini görememektir. Bu ilkeler, halk kitlelerinin devrimci seferberliği için daha baştan ortaya konan bir “burjuva devrim programı”nın ilkeleri değildirler. Düpedüz, halk kitlelerinin sınırlı etkinliğinin de boğulması üzerinden kurulmuş ve ardından kendisini pekiştirmeye girişmiş bir burjuva diktatörlüğün resmi ideolojisi olarak ortaya konulmuşlardır.

Burjuvazi adına hareket ederek onun kolektif çıkarlarını hayata geçiren bürokratik önderlik, bir taraftan halkın devrimci etkinliğinin en küçük belirtilerini bile boğarken, diğer taraftan burjuvazinin sınıf egemenliğini kurmakla tepeden bir devrim gerçekleştirmiş oldu; halk kitlelerinin içinde yer almadığı ve böyle olduğu için de onların gündelik yaşantısını köklü bir değişikliğe uğratamayan bir “devrim”! Burjuvazinin toplumsal ve iktisadi gücünün zayıflığıyla ters orantılı olarak, onun adına hareket eden önderliğin toplum üzerindeki baskısı alabildiğine yoğun oldu. Bu yoğun baskıya son derece eklektik, yapaylığı paçalarından akan, keyfi ve hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sonradan imal edilmiş ve kişi putlaştırmaya dayanan bir resmi ideoloji eşlik etti. Zafer kazananlar, geriye dönüp tarihi de kendi arzularınca, kendilerini yücelten bir tarzda yeniden yazarak resmileştirdiler. Kemalist kadronun hiçbir öğreti ve sistematiğe dayanmıyor olması, yani ciddi bir düşünsel temelinin olmaması, yüce bir erdem olarak sunuldu. Tarih, şaşmaz ve yanılmaz önderin kafasının içindeki planların açılıp serpildiği bir süreç olarak resmedildi; oportünist manevralar önderin politik dehasının göstergesi olarak aklandı; nitekim o en başından itibaren neyi hedeflediğini ve hedeflenen şeye nasıl ulaşılacağını en ince detaylarıyla bilmesine rağmen “şartlar ve zemin” oluşmadığından bunları saklamış ve ancak zamanı geldiğinde hayata geçirmişti! Halk kitleleri denileni yaptığı sürece, süreç zaten onun dışında gelişen ve mülk sahibi sınıfların arasındaki bir politika oyunundan ibarettir. Ve bu oyunda, ideolojik berraklık ve buna uygun açık, net politik tutumlar en para etmez ilkelerdir. Çünkü tepeden devrimler Bizans entrikalarının da en parlak sahneleriydiler.

20. yüzyıl yalnızca Türkiye’de değil dünyanın birçok bölgesinde emekçi halkları kurtaracağı iddiasındaki bürokratik önderliklere şahit oldu. Kemalist rejimden Stalinist diktatörlüklere, Arap sosyalizminin babası Nasır’dan “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mucidi Chavez’e kadar birçok önderlik, farklı sınıfsal temellere dayansalar da, kendi iktidarlarını işçi sınıfını ve emekçileri kurtardıkları ya da kurtaracakları iddiasıyla meşrulaştırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. İşçi sınıfının kurtarıcılara ihtiyacı yok, tepeden devrimlere de artık karnı tok olmalı. Her türlü emekçi düşmanı ideolojiye karşı kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde, kendi ideolojisiyle yani Marksizmle donanıp harekete geçtiği sürece, Marx’ın, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” düşüncesinin gerçek kılınmasının önünde hiçbir engel yoktur.



[1] akt: Emin Türk Eliçin, Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yay., Mart 1970, s.63

[2] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137

[3] CHP, Sivas Kongresini kendi birinci kongresi ilan etmişti. Böylelikle Milli Mücadelenin birçok önderi bu mücadelenin mirasından mahrum edilmiş, gözden düşürülmüş oluyor ve Milli Mücadele CHP ile özdeşleştiriliyordu. Bugün bile CHP, kendisini “Kurtuluş Savaşı”nı yürüten ve cumhuriyeti kuran parti olarak gösterip göz boyama peşindedir.

[4] 1927’deki CHP kongresinde köy muhtarlarının seçiminin partinin kontrolüne verilmesi kararlaştırılmıştı. Faşist Almanya ile çok sıkı ilişkilerin geliştirildiği 30’lu yılların ikinci yarısında ise, parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı, parti il başkanları da valilerdi. Bölge genel müfettişleri hem devlet işlerini hem de parti teşkilatını denetliyorlardı. Bunların yanı sıra CHP tüzüğüne göre cumhurbaşkanı aynı zamanda partinin değişmez ve daimi genel başkanı idi. İktidar üzerinde mutlak tekelleri varken “cumhurbaşkanının tarafsızlığı” diye bir ilkeleri olmayan, tam tersini tüzük maddesi haline getiren Kemalistlerin bugün koparttıkları yaygara tam bir ikiyüzlülüktür.

[5] Milliyet, 24 Eylül 2007

[6] Milliyet, 31 Ağustos 1930

[7] Milliyet, 19 Eylül 1930

[8] Kemalist rejimin totaliter doğası hakkında ayrıntılı bir okuma için Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizmeadlı kitabına bakınız.

[9] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.206