26 Aralık 2009 Cumartesi

Sürekli Devrim Üzerine /1

Elif Çağlı 1 Aralık 2009

Günümüz dünyasında insanlık çürüyen kapitalist düzenin pençesinde adeta can çekişiyor. Bu durumdan kurtuluşun tek bir yolu var. O da, işçi-emekçi kitlelerin bağrından kopup gelen bir devrimle bu düzene son vermektir. Yaşadığımız tarihsel döneme damgasını basan bu yakıcı gerçeklik, dünya ölçeğinde cereyan edecek bir toplumsal devrime, işçi sınıfının sürekli devrimine duyulan ihtiyacı ve böyle bir devrimin önemini inanılmaz boyutlarda artırmış bulunuyor. Kapitalizmi yeryüzünden silip atacak bir sürekli devrim perspektifi, yıllar öncesinde Marx ve Engels tarafından devrimci işçi hareketinin gündemine sokulmuş bir konudur. Ancak bu konu, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin gelişimine bağlı olarak zamanla daha da önem kazanmış ve özellikle 1905-1917 Rus devrim pratiği içindeki siyasal saflaşmalara damgasını vurup ete kemiğe bürünmüştür.

Devrim ve devrimci program anlayışı temelinde, Marksist hareketin tarihi içinde yaşanmış olan siyasal yaklaşım farklılıkları geçmişte kalmış konulardan ibaret değildir. Söz konusu saflaşmaların günümüze dek uzanan son derece önemli siyasal boyutları mevcuttur. Örneğin uzun yıllar boyunca dünya komünist hareketinin resmi temsilcisi olarak saltanat sürmüş bulunan Stalinizm, aslında Marksist sürekli devrim anlayışının inkârı üzerinde yükselen bir karaktere sahiptir. Bu bakımdan geçmişte Rus devrim sürecinde yaşanmış olan programatik ayrılıkların, bugünün benzer sorunlarına ışık tutan yönleriyle hatırlanmasında büyük yarar vardır.

Marx döneminde temelleri atılan sürekli devrim perspektifi, proleter devrimler çağı içinde esas olarak Troçki tarafından geliştirilmiş ve işçi sınıfının devrim stratejisini aydınlatan bir kapsama kavuşturulmuştur. Rus devrim sürecinin eğitici ateşlerinin ortasında, 1917 Nisanında ortaya koyduğu tarihsel tezlerle Lenin de işçi sınıfının devrimci program ve iktidar sorununda sürekli devrim anlayışını destekleyen bir netlik noktasına ulaşmıştır. Nihayet, sürekli devrim teorisi 1917 Büyük Ekim Devriminin pratiğiyle de birleşerek, işçi sınıfının devrimci geleneğinin temel harcı olacak derin bir boyut kazanacaktır. İşçi sınıfının devrimci mücadele programı açısından sağlanan ilerleme bu noktada da durmayacak ve Ekim Devriminin itici gücü sayesinde örgütlenen Komünist Enternasyonal düzeyine de yansıyacaktır.

Fakat ne yazık ki, Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Partiye ve sovyetlere karşı içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimi gerçekleştiren Stalinist bürokrasi bu tarihsel yükselişi durdurmuştur. Ekim Devriminin kazanımları egemen bürokrasi eliyle birer birer tasfiye edilirken, devrimci proletaryanın sürekli devrim anlayışı da gerek Rusya gerekse dünya ölçeğinde büyük yara almıştır. İşçi sınıfının sürekli devrim anlayışı “Troçkizm” diye etiketlenip lanetlenmiş ve dünya komünist hareketi nezdinde ıskartaya çıkarılmıştır. Stalinizm, yok ettiği sürekli devrim anlayışının yerine II. Enternasyonal’in aşamacı program anlayışını ikame etmiştir.

Bu durum kesinlikle Marksizmin kurucularının devrimci mirasının reddidir. Lenin önderliğinde yaratılmış bulunan devrimci Bolşevik çizgiden esaslı bir kopuştur ve Ekim Devriminin ateşleri içinde yaratılmış bulunan enternasyonalist komünist geleneğin açıkça inkârıdır. Bugün dünyada ya da Türkiye dahil çeşitli ülkelerde, pek çok sol çevrede Stalinizmin içyüzü hakkındaki yanılsamaların hâlâ şu ya da bu ölçüde sürmesi nedeniyle kabul edilmek istenmese de gerçeklik budur! Günümüzde işçi sınıfının devrimci gelenek sorununda doğru ve net bir tutum geliştirme ihtiyacı, bu yakıcı soruna doğrudan bağlı bulunan ve yıllardır da tamamen haksız suçlamalarla gölgelenen sürekli devrim konusu üzerinde özenle durmayı gerekli kılıyor.

Marx ve Engels’in sürekli devrim çağrısı

Avrupa’nın çeşitli ülkelerini birbiri ardı sıra sarsacak 1848 devrimlerinin şafağında dünyaya gözlerini açan Komünist Manifesto, Marx ve Engels tarafından kurulan Komünist Birlik adlı uluslararası işçi sınıfı örgütünün programıydı. Manifesto’da Almanya gibi burjuva devrimini gerçekleştirmemiş ülkelerde devrimin ilk planda burjuvaziyi iktidara getireceği öngörülüyorsa da, devrimci süreç bütünsel olarak değerlendiriliyordu. Burjuva demokratik devrim ve sosyalist devrim birbirinden kopuk ve uzak iki ayrı tarihsel aşama değil, kesintisiz bir devrim sürecinin iki tarihsel momenti olacaktı. Bu bakımdan, burjuva demokratik devrim proleter devrimin başlangıcını oluşturacaktı.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde art arda gerçekleşen 1848 devrimleri, Marx ve Engels tarafından ateşli bir biçimde proleter devrimin başlaması olarak değerlendirildiler. Ne var ki 1848 devrimleri yenilgiyle sonuçlandı ve bu süreç hem Marx hem de Engels açısından, devrimci strateji ve program sorunu bağlamında son derece önemli sonuçların çıkartılacağı bir tarihsel deneyim dönemi oldu.

Avrupa’da yaşanan 1848 devrim deneyimleri, küçük-burjuva önderliklerin yol açabileceği tehlikeler konusunda dönemin ünlü devrimcisi Blanqui’ye de bir uyarı yerine geçmiş ve Blanqui nihai zafere dek devrimin sürdürülmesi görüşüne dayanan bir sürekli devrim konumunu savunmaya başlamıştı. Marx da 1850 yılı içinde kaleme aldığı çeşitli makalelerden oluşan Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı çalışmasında Blanqui’ye atıfta bulunarak sürekli devrim kavramını kullanacaktı. Marx’ın Avrupa’da yaşanan deneyimlerden çıkarmış olduğu iki önemli sonuç, devrimin sürekliliğine ve proletarya diktatörlüğüne duyulacak mutlak ihtiyaç idi. O dönemde işçilerin, “gitgide devrimci sosyalizmin”, “bizzat burjuvazinin Blanqui adını taktığı komünizmin” çevresinde toplanmaya başladığını vurgulayan Marx, “Bu sosyalizm genel olarak, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasısınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine uygun düşen bütün toplumsal bağıntıların ortadan kaldırılması, bu toplumsal bağıntılardan doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere, devrimin sürekliliğinin ilânıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanınsınıf diktatörlüğüdür” diyordu. (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay, Birinci Baskı, s.341)

Marx ve Engels’in Avrupa’nın bu devrimci döneminin içinde kaleme aldıkları 1 Mart 1850 tarihli ünlü Çağrı metninde ise, proletaryanın “sürekli devrim” perspektifi çok daha belirtik biçimde ifadesini buldu.Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı olarak kaleme alınan bu sirkülerde öncelikle vurgulanan husus, yeniden yaklaşan devrimde demokratik küçük-burjuvazinin oynayacağı role dair bir uyarı idi. Marx ve Engels, 1848’de Alman liberal burjuvazisinin halka karşı oynadığı haince rolün aynısını, bu kez demokratik küçük-burjuvazinin üstleneceği konusunda işçileri uyanık olmaya davet ediyorlardı. Devrimci işçi partisi küçük-burjuva demokratların sallantılı konumuna taviz vermeksizin mutlaka kendi bağımsız mücadele yolundan yürümeliydi.

Küçük-burjuvazinin devrimi olabildiğince çabuk sonuçlandırmayı arzulamasına karşılık, işçi sınıfının savaş narası “devrimin sürekliliği” olmalıydı. Sürekli devrim perspektifi Çağrı metninde şu sözlerle dile getirilmişti: “Azçok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse bellibaşlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak bizim sorunumuz ve bizim görevimizdir. Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yokedilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.” (age, s.218)

Böylece Marx ve Engels, Troçki’nin deyişiyle her yeni aşaması bir öncekinden köklenen ve ancak sınıflı toplumun yok edilmesiyle tamamlanabilecek olan işçi devrimi stratejisini ortaya koymuş oluyorlardı. Bu strateji, o dönemdeki devrim deneyimlerinin yenilgisine rağmen doğruydu ve o nedenle de yıllara meydan okuyarak günümüze uzanacak bir geçerliliğe sahip bulunuyordu.

Marx ve Engels’in yaşadıkları dönem açısından hatırlanması gereken diğer bir önemli husus da Almanya örneğine ilişkindir. 1850 sirkülerini ele aldıkları dönemde Almanya koşullarında beklenen, iktidarın köylülük tarafından desteklenen kent küçük-burjuva radikallerince ele geçirilebileceği yolundadır. Ama yaşanan olaylar bunun gerçekleşmesinin mümkün olmadığını, küçük-burjuva demokrasisinin bağımsız bir devrim aşaması yürütmekten aciz bulunduğunu gözler önüne sermiştir. 1848 devrim deneyiminin verdiği dersler temelinde bu gerçekliği kavrayan Marx, artık burjuva demokratik devrimin sorunlarının da köylü savaşı tarafından desteklenen bir işçi devrimiyle çözümlenebileceği görüşünü geliştirecektir. Nitekim 16 Nisan 1856’da Engels’e mektubunda, çıktığı bu sonucu şu sözlerle ifade etmektedir: “Almanya’da her şey, proletarya devriminin, Köylü Savaşı’nın bir tür ikinci baskısıyla desteklenmesi olasılığına bağlı bulunmaktadır. Ondan sonra işler daha iyi olacak.” (Marx-Engels,Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay, Birinci Baskı, s.104)

Marksizmin kurucuları ilerleyen yıllar içinde 1848 sürecini yeniden analiz ederek kendilerinin o dönemde işçi sınıfından bekledikleri devrimci atılım konusunda yanılmış olduklarını açıkça itiraf ettiler. Ancak onların yanılgısı, aslen devrimci heyecanla oluşmuş erken beklentilerin sonucu olan bir yanılgı idi. Bunun ötesinde, kapitalizm çağında proletaryanın oynayacağı devrimci rol konusunda yanılmış değillerdi.

Marx ve Engels’in çeşitli değerlendirmeleri, modern çağda toplumsal devrimlerin ancak proletarya öncülüğünde ilerleyebilecek bir süreklilik niteliği taşıdığını açıkça ortaya koymaktadır. Ne var ki Marx ve Engels tarafından savunulan sürekli devrim anlayışı, onların ölümünden sonra oportünist ve reformist bir rotaya giren II. Enternasyonal tarafından dışlanacaktır. 1899 yılında Bernstein, Marx ve Engels’in Çağrımetninde proletaryanın savaş narası olarak ilan ettikleri sürekli devrim anlayışını Blankizmin olumsuz bir etkisi olarak yorumlar. Böylece giderek II. Enternasyonal partilerine, işçi sınıfının asgari program hedefleriyle azami program hedeflerini birbirinden kopartan ve aslen devrimci iktidar sorununu yadsıyan bir anlayış egemen olur. O dönemin Enternasyonal örgütünün etkisiyle gelenekselleşen bu anlayış, Rus devrim sürecinde Menşeviklerin program anlayışında da yansımasını bulacaktır.

Rus devrim sürecinde farklı yaklaşımlar

1900’lerdeki Rus devrim sürecinde Marksist hareket içinde yer alan başlıca siyasal yaklaşımlar arasındaki temel farklılıkları kavramak bugün için de önem taşır. Bunun için öncelikle bir hususa dikkat çekmek yerinde olacaktır. Devrimin ürünü olacak iktidar yapısı ile devrimin tarihsel karakteri aynı şey demek değildir ve özellikle bazı örneklerde bu ayrıma titizlikle riayet etmek gerekir. Örneğin Rusya gibi, burjuva demokratik devrim açısından gecikmiş ülkelerde devrim, tarihsel karakteri bakımından burjuva demokratik bir devrim niteliği taşımıştır. Oysa böylesi tarihsel gecikme durumlarında, devrimin gerek demokratik gerek sosyalist görevlerinin üstesinden gelebilecek iktidar ise proletarya diktatörlüğü olabilmektedir. İşte bu noktalardan hareketle vaktiyle Çarlık Rusya’sındaki gerçeklik ifade edilecek olursa, tarihsel karakteri bakımından burjuva olan devrimin iktidar yapısı açısındanproleter olması gerektiği net olarak kavranabilir.

Sürekli devrim ve devrimci program sorununa ışık tutması nedeniyle, biraz gerilere uzanıp Rus sosyal demokratları arasında yürümüş olan önemli tartışmalardan bazı kesitleri hatırlayalım. Çarlık Rusya’sında Marksistler arasında devrimin tarihsel karakterine dair genel bir mutabakat vardı. Lenin, Troçki gibi devrimci Marksistlerin yanı sıra Menşevik siyasetçiler de, yaklaşmakta olan devrimin acil tarihsel görevleri bakımından burjuva nitelikte bir devrim olduğunu kabul ediyorlardı. Fakat bunun ötesinde görüş ayrılıkları başlıyordu ve Rusya’da 1905’ten 1917’ye ilerleyen devrimci süreçte sosyal demokrat hareket içinde devrim stratejisi bakımından üç farklı yaklaşım yer alıyordu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde bu farklılaşma kapsamında belirginleşen Menşevik ve Bolşevik çizginin dışında, bir de Troçki’nin sürekli devrim anlayışını yansıtan çizgisi mevcuttu.

Rus devrim sürecindeki programatik yaklaşımlar, genel çerçevesi itibarıyla büyük ölçüde dönemin enternasyonal örgütü II. Enternasyonal’in etkisi altında biçimlenmişti. Rosa Luxemburg gibi istisnalar bir yana bırakılacak olursa, esasen II. Enternasyonal’e, demokrasi ve sosyalizm istemlerini birbirlerinden geniş bir zaman aralığı ile ayrılan iki ayrı iktidar aşamasına havale eden bir anlayış hâkimdi. Rus devrimci hareketinin gelişimi içinde uzun bir dönem boyunca Marksizmin otoritesi olarak kabul görmüş Plehanov’un program anlayışı da bu egemen görüşlerin etkisi altında oluşmuş bulunuyordu. Rusya’da işçi iktidarının, burjuva demokratik devrimin ürünü olacak bir burjuva iktidar döneminin ayrı bir tarihsel evre olarak yaşanıp tüketilmesinden sonra gelebileceğini savunan değerlendirmeler geliştirmişti Plehanov. Bu genel yaklaşım yalnızca o dönemin Menşeviklerini etkilemekle kalmamış, Rus sosyal demokrat hareketinin Bolşevik kanadı da dahil olmak üzere geniş bir etki alanı yaratmıştı.

Martov ve Akselrod gibi o dönemin önde gelen bazı Rus sosyal demokratları tarafından temsil olunan Menşevik eğilim, Çarlık rejimini devirecek devrimin burjuva demokratik karakterde olduğu noktasından hareketle liberal burjuvazi ile uzlaşmaya ve reformizme savruldu. Menşevizm, demokratik devrimde öncülüğü liberal burjuvaziye terk eden bir siyasal çizgi geliştirdi. Menşeviklere göre, Çarlığın devrilmesinden sonra iktidar burjuvaziye terk edilmeli ve işçi sınıfının devrimci partisi tüm bu tarihsel evre boyunca demokrasi cephesinin muhalif sol kanadını oluşturma göreviyle yetinmeliydi. Açık ki, Menşeviklerin Rusya gibi tarihsel açıdan gecikmiş bir ülkede burjuva devriminden anladıkları da esasen liberal bir anayasal reformdan ibaretti.

1905 devrimi öncesinden beri, yaklaşan devrimin burjuva karakterini vurgulayan Lenin ise Menşevik yaklaşımdan tamamen farklı olarak, devrimci süreçte işçi iktidarının önünü açacak bir arayış içinde idi. 1904’teki yazılarında, burjuva devrimin Rusya’da kapitalizmin Avrupa tarzında gelişiminin yolunu döşeyeceğini belirtiyordu. Fakat burjuva devrimin toprak reformu gibi uygulamalarının örnek oluşturacağı endişesiyle, Rus burjuvazisi mülksüzleştirilme korkusu içinde kıvranmaktaydı. Bu nedenle de monarşi ile Prusya tipi bir uzlaşma arayacaktı. Bu yüzden Lenin, Plehanov’un ve Menşeviklerin burjuvazi ile ittifak anlayışının kesinlikle karşısında yer aldı ve onların “anayasal reformlar” çizgisini kıyasıya eleştirerek işçilerin köylülerle ittifakını savundu. Ancak kuşkusuz proletarya, köylü hareketini yalnızca demokratik bir hareket olduğu sürece desteklemeliydi. Bunun ötesinde proletarya esas müttefiklerini kırın yoksul yarı-proleter öğelerinde ve Avrupa ülkelerinin işçi sınıfında aramalıydı.

Burjuva devrimin önder gücünün burjuvazi olması gerektiği görüşüne varan Menşevikler, devrimci süreçteki siyasal taktiklerini de buna göre belirlemişlerdi. Oysa Lenin bu noktada tamamen farklı ve devrimci bir çizgi geliştirip savundu. 1905 devrim sürecinde kaleme aldığı İki Taktikçalışmasında açıkça görüldüğü üzere, Rusya’da devrimin başarısı liberal burjuvazinin tecrit edilmesine ve işçi sınıfının köylülüğü yanına çekerek devrime önderlik edebilmesine bağlı olacaktı. Lenin İki Taktik’te, Bolşeviklerin demokratik ve sosyalist devrimdeki taktiğini sırasıyla şu şekilde ifade ediyordu: “Proletarya, otokrasinin direnmesini zora başvurarak ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını zararsız hale getirebilmek için köylü yığınıyla ittifak kurarak, demokratik devrimi sonuna kadar gerçekleştirmelidir. Proletarya, burjuvazinin direnmesini zora başvurarak ezmek ve köylülerin ve küçük-burjuvazinin tutarsızlığını zararsız hale getirmek için yarı-proleter unsurlar yığınını yanına alarak sosyalist devrimi yapmalıdır.” (Lenin, İki Taktik, Sol Yay., İkinci Baskı, s.117)

Menşeviklerin liberal burjuvaziyle uzlaşan ve devrimi boğan taktiklerine karşı böylesi devrimci taktikler oluşturması, Lenin’in Marksizmin devrimci köklerini bütünüyle sahiplenmesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Lenin’in devrim stratejisi, hatalı bir formülasyon içeriyor olsa da, temelde devrimin demokratik ve sosyalist evreleri arasında aşılmaz bir duvar olmaması gerektiğini savunan birkesintisizlik özelliğine sahipti. Lenin devrimin bu iki tarihsel aşamasının arasına bir çeşit Çin Seddi çekmeye kalkmanın, ikisi arasına proletaryanın hazırlık ve köylülerle birleşme derecesinden başka bir sınır koymanın, Marksizmi iyice tahrif etmek, onu işe yaramaz hale getirmek ve yerine liberalizmi koymak anlamına geleceğini önemle vurgulamaktaydı.

Ne var ki tüm bu doğru açılımlara karşın, Lenin’in 1905 Rus devrim sürecinde biçimlendirdiği ve 1917 Nisan Tezleri’ne dek savunduğu “işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü (İKDDD) formülü çözümlemelerine bulanık bir yön katmıştır. Fakat yine de üzerinden atlanmaması gerekir ki, Lenin bu hatalı formülünü bile işçi sınıfının hegemonyası temelinde biçimlendirmeye çalışmıştır. Nitekimİki Taktik’te, dikkatleri öncelikle hegemonya sorununa çeken ve devrimin kesintisizlik özelliğini vurgulayan pek çok değinme mevcuttur. Yine de Lenin’in İKDDD formülünün doğru olmadığı ve düzeltilmediği takdirde devrimci iktidar sorununda kavrayış bozukluğuna yol açan bir özellik taşıdığı görmezden gelinemez. Neyse ki Lenin Şubat devriminin dersleri ışığında, devrimin gerek demokratik gerekse sosyalist görevlerinin üstesinden ancak proletarya diktatörlüğünün gelebileceği gerçeğini görmüş ve İKDDD formülünün artık eskidiğini ifade etmiştir. Onun Nisan Tezleri’nde yaptığı, daha önce savunduğu bu bulanık formülasyonu ortadan kaldırmak ve Bolşevik devrim stratejisini işçi iktidarı altında ilerleyecek kesintisiz bir devrim süreci temelinde netleştirmek olmuştur.

Sonuç olarak, Lenin’in 1905 İki Taktik’ten 1917 Nisan Tezleri’ne dek devrim stratejisi ve taktikleri bağlamında savunduğu siyasal çizgi, uç noktalara savrulmadan titizlikle değerlendirilmelidir. Lenin’i bu dönem boyunca işçi sınıfı hegemonyası savunusundan ya da kesintisiz devrim anlayışından tamamen uzak biri gibi yorumlamak tamamen yanlış ve haksız bir tutum olacaktır. Ama diğer yandan Lenin’in Nisan Tezleriöncesinden beri devrimci iktidar sorunu bağlamında tam ve net görüşler geliştirmiş olduğu iddiası da doğru değildir. O nedenle birinci uca savrulan kimi Troçkist yaklaşımlara katılmak mümkün olmadığı gibi, ikinci uçta tutum almakta ısrar eden Stalinist görüşlerin yarattığı kafa karışıklığının da üzerinden atlanamaz. Bu tür görüş sahipleri, vaktiyle bizzat Lenin’in yapmış olduğu düzeltmenin anlamını derinden kavramaya çalışacak yerde, Stalinist bürokrasinin tahrifat çizgisini ısrarla ve inatla sürdürmektedirler.

Bu tutumun bir uzantısı olarak Stalinist saflarda çok yerleşik ve yaygın biçimde savunulan yanlış bir görüşü de burada geçerken hatırlamak yararlı olacaktır. Şubat devriminin bir “işçi köylü devrimci demokratik diktatörlüğü” yaratarak Lenin’in İki Taktik’teki öngörüsünü tam anlamıyla haklı çıkardığı şeklindeki yorumlar doğru değildir. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde değineceğimizden şimdilik şu kadarını belirtelim ki, Lenin Nisan Tezleri döneminde söz konusu formülün artık aşılması gerektiği vurgusunu yaparken, bunun ayrı bir iktidar aşaması olmadığını ve bununla bir iktidar biçimini değil bir toplumsal bloğukastetmiş olduğunu zihinlere kazımaya çalışmıştır. Bu yüzden, İKDDD formülünün “fevkalâde orijinal bir biçimde, çok önemli birçok değişikliklerle ve önceden görebildiğimizden başka şekilde gerçekleştiğini” belirten Lenin, deneyim sayesinde aşılan yanlış formülün artık “eski Bolşeviklerin arşivlerine” kaldırılması gerektiğini söylemiştir.

Troçki’nin ise, daha baştan beri İKDDD formülüne karşı çıktığı ve işçi-köylü devrimci diktatörlüğü biçiminde ayrı bir demokratik diktatörlük aşamasının olanaksızlığını kanıtlamaya çalıştığı açıktır. Zira köylülüğün kendine ait bağımsız bir siyasal çizgi ve bunun ifadesi olacak bir devrimci parti yaratması olanaksızdır. Eskilerde küçük-burjuvazinin alt kesimlerinin devrimci diktatörlükler kurabildiği dönemler olmuştur. Ancak bu dönemler, proletaryanın henüz küçük-burjuvaziden tamamen ayrışmadığı bir geçmişte kalmıştır. Oysa modern kapitalizm çağında küçük-burjuvazinin artık geri kalmış bir ülkede bile bağımsız bir siyasal mücadele çizgisi geliştirmesi olanaksızdır.

Rus deneyimi, köylülüğün devrimci süreçte ne denli büyük bir rol oynayacak olursa olsun, bağımsız bir rol oynayamayacağını gözler önüne serer. Çeşitli ülkelerin tarihi de, köylü kitlelerin son tahlilde ya işçi sınıfını ya da burjuvaziyi izlediğini ortaya koyar. Troçki işte bu yüzden Lenin’in formülünün yanlış yönüne işaret etmiş ve işçi-köylü devrimci ittifakının iktidar düzlemine İKDDD şeklinde yansıyamayacağını belirtmiştir. İşçi-köylü ittifakı ancak, köylü kitlelerine önderlik eden proletaryanın diktatörlüğü olarak mümkün olabilecektir. Nitekim 1917 Şubat devrimi ile ortaya çıkan “ikili iktidar” (yani “ikili iktidarsızlık”) dönemi, devrimin kaderinin proletarya diktatörlüğünün kuruluşuna bağlı olduğunu ispatlamıştır. İktidarın proletarya tarafından ele geçirilmemesi halinde devrimin tehlikede olduğu açıktır. Troçki ilerleyen aylarda, “Ya sürekli devrim ya da sürekli katliam! Sonucu insanlığın kaderi olacak kavga işte budur!” diye haykırmaktadır (Troçki, 1917 Yılı, Köz Yay., Birinci Baskı, s.78). Rus devrim sürecinde yaşananlar Troçki’nin bu konulardaki haklılığını kanıtlayacaktır.

Devrim kitleler için olduğu kadar devrimci önderler için de çok eğiticidir. Rusya’da 1917 Şubatından Ekim Devrimine ilerleyen dönem bu gerçeği çarpıcı biçimde gözler önüne serer. Lenin sahip olduğu devrimci özellikler sayesinde, bu önemli süreçte programatik açılımlarındaki hatalı yönlerini görmüş ve düzeltmeye çalışmıştır. Onun bu çabası, İkinci Enternasyonal’in asgari-azami program ayrımının izini taşıyan eski Bolşevik yaklaşımın terk edilmesini mümkün kılmış ve işçi iktidarının kuruluşuna giden yolu açabilmiştir. Rus devriminin, iktidarın işçi sınıfı tarafından fethiyle taçlandırılması noktasına ilerletilebilmesinde böyle bir liderin varlığı ve oynadığı tarihsel rol tartışmasız bir öneme sahiptir. Nitekim Troçki de bir değerlendirmesinde, Bolşevik Partinin Lenin gibi bir lidere sahip olmasının, devrimin akıbeti bakımından büyük bir şans anlamına geldiğini ifade etmiştir.

Troçki aslında daha 1909 yılında, geleceği belirleyecek o hassas noktaya dikkat çeker. Rus devriminin yaratacağı iktidar yapılanması bakımından, Menşevik ve Bolşevik fraksiyonların ne gibi yanlış noktalara savrulduklarını veya savrulabileceklerini göstermeye çalışır. Menşevikler devrimin burjuva olduğu soyutlamasından hareketle, proletaryanın tüm taktiğini liberal burjuvazinin iktidar olacağı bir aşamaya bağımlı kılmaktadırlar. Bolşevikler ise, iktidarı köylülük ile birlikte ele geçirecek proletaryanın bir “demokratik diktatörlük” aşaması boyunca kendisini burjuva-demokratik görevlerin çözümlenmesi ile sınırlı tutması gerektiği görüşüne varmaktadırlar. Bu nedenle Menşevizmin karşı-devrimci yanlarının bütün açıklığı ile ortada olmasına rağmen, Bolşevizmin “karşı-devrimci” yanları ancak devrimin zaferi halinde ortaya çıkıp büyük bir tehlike arz edebilecektir.

Troçki 1922 yılında kaleme aldığı bir yazısında, neyse ki böyle bir tehlikenin gerçekleşmediğini belirtir ve bu olumlu sonucu Lenin gibi bir önderin varlığına bağlar. Bolşevizm Lenin’in liderliği altında yürüyen bir iç mücadele sayesinde, daha 1917 baharında, iktidar sorununa ilişkin görüşlerini yenileyebilmiştir. Buna rağmen, Ekim Devrimi sırasında Bolşeviklerin bütün “Eski Muhafızlar” diye adlandırılan kesimi proleter diktatörlüğe karşı demokratik diktatörlüğü açıktan açığa ileri sürmüş ve savunmuştur. Kısacası Lenin İKDDD formülünün yanlışlığını görüp gereken düzeltmeyi yaparken, onun en yakın takipçileri bu formülasyondan tamamen metafizik bir anlayış türetmişlerdir. Ve bunu devrimin gerçek gelişiminin karşısına dikmişlerdir. Bu nedenle Troçki, eğer önder Lenin zamanında yetişmeseydi, Rusya’daki Bolşevik yönetimin en ciddi tarihsel dönemeç noktasında devrimi kurban edebileceğini belirtirken tamamen haklıdır.

Troçki ve sürekli devrim teorisi

Troçki’nin devrimci iktidar bağlamında savunduğu görüşler, 1905 yılından başlayarak geliştireceği sürekli devrim anlayışında ifadesini bulur. Onun 1906 yılında Peter Paul kalesinde hapisteyken kaleme aldığı Sonuçlar ve Olasılıklar-Devrimin İtici Güçleri adlı broşürü bunun bir ilk yansımasıdır. Troçki, tarihsel karakteri bakımından burjuva olan devrimin, itici güçleri ve perspektifi açısından burjuva olmadığı noktasından hareket eder. Söz konusu broşüründe, “Rus devrimi öyle koşullar yaratacaktır ki” demektedir, “liberal burjuva politikacıları hükümet etme yeteneklerini sonuna kadar ortaya koyma fırsatını bulamadan önce, iktidar işçilerin eline geçebilecektir –ve devrimin zaferi isteniyorsa mutlaka geçmelidir”. (Troçki, Rusya’da Sürekli Devrim, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay, 1990, s.48)

Troçki Rus devriminin kavranışı konusundaki tavrını ifade ederken, dolaysız görevleri bakımından burjuva kapsamda başlayacak devrimin kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacağını ve bu nedenle ancak iktidarın işçi sınıfına geçmesiyle zafere ulaşabileceğini belirtir. İşçi sınıfının ise, bir kez iktidara geçtikten sonra kendini yalnızca bir burjuva demokratik programla sınırlayamayacağı açıktır. Siyasal iktidar sosyalist çoğunluğa sahip bir devrimci hükümetin eline geçer geçmez, işçi sınıfının asgari ve azami programları arasına konmak istenen sınır çizgisi silinecektir. Devrimci proletarya, kapatılan fabrikalara el koymak, buralardaki üretimi toplumsallaştırılmış bir temel üzerinde yeniden örgütlemek gibi sosyalist önlemleri gündeme sokmak zorunda kalacaktır. Ne var ki, Rus devriminin ancak Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde yaşatılıp ilerletilebileceği daha baştan bellidir. Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşı-devrim, devrimci Rusya’yı ulaştığı noktadan çok gerilere fırlatacaktır. İşte tüm bu nedenlerle, aslında proletarya zafere ulaşabilmek için sürekli devrim taktiklerini benimsemekle yükümlüdür.

Troçki Sonuçlar ve Olasılıklar’dan itibaren ortaya koymaya başladığı görüşlerini aradan yıllar geçtikten sonra yeniden ele alıp geliştirir. Stalin tarafından mahkûm edildiği Alma Ata’daki sürgün günleri, hem 1917 Ekim Devrimi deneyimini hem de yenilgiye uğrayan 1927 Çin devrimini sürekli devrim teorisi açısından kapsamlı biçimde değerlendirme dönemi olur. Bu çalışmasının ürünü ise, 1928 yılı tarihini taşıyan ünlü Sürekli Devrim kitabı olacaktır.

İşçi sınıfının Marx ve Engels’ten başlayarak, Lenin ve Troçki gibi devrimci önderlere uzanan devrimci stratejisinin en temel yapı taşı, işçi devriminin sürekli (aynı anlama gelmek üzere kesintisiz) bir devrim olması gereğidir. Troçki Sürekli Devrim kitabına Büyükada’da yazdığı 1929 tarihli önsözde, “sürekli” kavramının burjuva aşamadan sosyalist aşamaya doğrudan doğruya geçen kesintisiz bir devrim anlayışını dile getirdiğini vurgulamış ve bu noktada Lenin’e atıfta bulunmuştur. Vaktiyle Lenin de devrimin kesintisizlik olgusunu belirtebilmek için, “burjuva devrimin sosyalist devrime dönüşmesi” şeklindeki o güzel ifadeyi kullanmıştır ve bu açılım sürekli devrim perspektifine işaret etmektedir.

Sürekli devrim teorisini içerdiği farklı özellikler itibarıyla inceleyebilmek için, Troçki’nin yaptığı gibi üç ayrı yönden ele almak uygun olacaktır. Birinci yönüyle sürekli devrim teorisi, geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik devrimin üstesinden gelebilmenin yolunu gösterir. Modern çağda bu devrimin görevleri de, lâyıkıyla artık ancak proletarya diktatörlüğü sayesinde gerçekleştirilebilir. Bu boyutuyla işçi iktidarı, tarihsel açıdan gecikmiş burjuva devrimin görevlerinin çözülmesinin de bir aracıdır. Diğer yandan ise, proletarya bir kez iktidarı ele geçirdiğinde, genel olarak özel mülkiyet ilişkilerinin üzerine yürümek, yani sosyalist uygulamalar yoluna girmek zorunda kalacaktır. Bir başka deyişle, proletarya diktatörlüğünün tesisi kaçınılmaz olarak devrimin sosyalist görevlerini gündeme getirecektir.

Böylece devrimin demokratik görevleriyle sosyalist görevleri arasında, proletarya diktatörlüğü altında kurulan bir süreklilik yer alır. Troçki’nin vurguladığı gibi, sürekli devrim teorisinin ana fikri bu noktada aranmalıdır. Zira bu kavrayış, II. Enternasyonal’in, geri kalmış ülkelerde proletarya diktatörlüğünün ancak uzun bir burjuva demokrasisi döneminden sonra gelebileceğini savunan aşamacı iktidar siyasetinin karşısında yer alan devrimci program anlayışını oluşturur. Böylece sürekli devrim teorisi, II. Enternasyonal’den başlayıp Menşevizmle devam eden ve asıl olarak da Stalinizmin egemenliği altında dünya komünist hareketine taşınan, farklı iktidar aşamalarına parçalanmış bir asgari-azami program anlayışının aşılmasını mümkün kılar.

Sürekli devrim teorisinin ikinci yönü, sosyalist devrimin kendi iç dönüşüm süreci ile ilgilidir. Şurası açıktır ki, siyasal iktidarın proletarya tarafından fethi devrimi sonuçlandırmaz; yalnızca başlatır. Tüm toplumsal ilişkiler, bütün bir tarihsel devrim süreci boyunca sürekli iç mücadeleler temelinde dönüşüm geçirirler. Toplumsal değişimin her bir aşaması dolaysız olarak bir önceki aşamadan köklenir. Değişim halindeki toplum statik bir denge durumundan uzakta, çeşitli grupların çatışmaları temelinde ilerler ve gelişir. Sosyalist devrim ekonomiden tekniğe, bilimden günlük hayata dek karmaşık ilişkilerin değişime uğradığı bir sürekli devrim süreci niteliği taşır.

Nihayet sürekli devrim teorisinin üçüncü yönü ise, ifadesini devrimin uluslararası niteliğinde bulur. Troçki’nin sözleriyle, “Sosyalist devrim ulusal sınırlar içinde başlar, fakat bu sınırlar içinde tamamlanamaz. Proleter devrimin, SB deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir halkasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.” (Troçki, Sürekli Devrim, Yazın Yay, 1995, s.15)

Marksist teori, bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kurulma olasılığıyla üretici güçlerin gelişme düzeyi arasında doğrudan bir ilişki kurulamayacağını açıklığa kavuşturmuştur. Bu, sürekli devrim teorisinin üzerinde yükseldiği temel gerçeklerden biridir ve üzerinden atlanmaması gereken önemli bir konudur. Kapitalizm çeşitli düzeylerde eşitsiz gelişme özelliği taşır ve ekonomik alanla siyasal alanın olgunlaşma düzeyi devrimci mücadele açısından eşitlik arz etmez. Bu yüzden siyasal sıkışma ve patlamalar, daha az gelişmiş kapitalist ülkelerde gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran çok daha ciddi boyutlarda cereyan etmektedir. O bakımdan proleter devrimin kapitalizmin merkezinden önce çevresinde yer alan ülkelerde patlak vermesi kuvvetli bir olasılıktır.

Günümüz somutunda ifade edecek olursak, işçi sınıfı güçlü emperyalist ülkeleri beklemeksizin, örneğin daha alt emperyalist ülkelerde ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerde iktidarı fethedebilir. Ayrıca bu noktada asla ihmal edilmemesi gereken bir başka yasa yer alır. İktidarın ele geçirilmesi imkânı üretici güçlerin gelişme düzeyinin basit bir türevi değildir. Siyasal alandaki gelişmeler birebir nesnel ekonomik faktörler tarafından belirlenmez. O nedenle bir ülkede işçi iktidarının kurulması olasılığı, ülke içinde sınıf mücadelesinin seyri, uluslararası güçler ilişkisi ve işçi sınıfının devrimci bilinç ve savaşkanlık düzeyi gibiöznel etkenlerce belirlenir. O halde, tarihin proletarya diktatörlüğü açısından öne fırlattığı ülkeler ayrımıyla, sosyalist inşa olanağı bakımından önde gelen ülkeler ayrımını birbiriyle karıştırmamak gerekir.

Sürekli devrim teorisinin temelinde yer alan ikinci bir husus ise, kapitalizmin bir dünya sistemi oluşturduğu gerçeğidir. Kapitalist ülkeler bu sistem içinde çeşitli ekonomik ve politik bağlarla, birbirlerine eşitsiz düzeyde karşılıklı olarak bağlanmışlardır. O yüzden, kapitalist ülkeler tarafından kuşatılmış geri bir ülkede kurulan proletarya diktatörlüğü yaşama şansını ancak ve ancak dünya devrimi arenasında bulabilecektir. Ayrıca, farklı gelişkinlik düzeyindeki ülkelerde kurulacak işçi iktidarlarını sosyalist inşa bakımından bekleyen görevlerin eşitsiz olacağı da açık bir gerçektir.

Son olarak ve en önemlisi, hiçbir ülkede işçi iktidarının yalıtık biçimde uzun süre yaşama şansı yoktur. Sosyalist inşa ancak işçi devrimlerinin dünya ölçeğinde yol alması ve dünya üzerinde işçi iktidarının kurulması sayesinde ilerletilebilir. Bu bakımdan proleter devrim ulusal bir devrim değildir; enternasyonal düzeyde tamamlanacak bir dünya devrimidir. Başarılı bir devrim neticesinde proletaryanın iktidarı ele geçirdiği bir ülkede, bu iktidarın akıbeti ve sosyalist inşanın temposu ya da tarihsel kazanımların kalıcılığı gibi fevkalâde önemli olgular da ulusal faktörlere değil, tamamen dünya devriminin seyrine bağlı olacaktır. 1917 Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının başına gelenler temelinde kanıtlanan bu gerçekler bütünü, öneminden hiçbir şey yitirmeksizin günümüzde de devrimci işçi mücadelesinin yolunu aydınlatmaya devam ediyor

13 Kasım 2009 Cuma

Marx’ın Mezarı Başında


F. Engels


14 Mart günü, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. Ancak iki dakika yalnız bıraktıktan sonra, odaya girince, onu koltuğunda rahat rahat, ama sonsuzluğa dek, uyumuş bulduk.

Avrupa ve Amerika militan proletaryasının bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, tarihsel bilimin bu adamda yitirmiş bulunduğu şey, ölçülemez. Bu devin ölümü ile bırakılan boşluk, kendini duyumsatmakta gecikmeyecek.

Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx da insan tarihinin gelişme yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece, bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta söz konusu insanların dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.

Ama hepsi bu değil. Marx günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel hareket yasasını da buldu. Artı-değerin bulunması, sonunda, bu konuyu aydınlattı; oysa, burjuva iktisatçıların olduğu kadar sosyalist eleştiricilerin de daha önceki bütün araştırmaları, karanlıklar içinde yitip gitmişlerdi.

Bu türlü iki bulgu koca bir yaşam için yeterdi. Kendisine böyle bir tek buluş yapma nasip olana ne mutlu! Ama Marx araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanların sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı.

Bilim adamı olarak, buydu. Ama onun etkinliğinde asıl önemli olan, hiç de bu değildi. Marx için bilim, tarihi etkinliğe geçiren bir güç, devrimci bir güçtü. Pratik uygulamasının düşünülmesi belki de olanaksız olan herhangi bir teorik bilimdeki bir bulgudan duyabileceği sevinç ne denli katıksız olursa olsun, sanayi için, ya da genel olarak tarihsel gelişme için doğrudan doğruya devrimci bir önem taşıyan bir bulgu söz konusu olduğu zaman duyduğu sevinç bambaşkaydı. Böylece Marx, elektrik alanındaki bulguların gelişmesini ve, daha şu son günlerde, Marcel Deprez'in çalışmalarını çok dikkatli bir biçimde izliyordu.

Çünkü Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi öz durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı.

Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o. 1842'de birinci Rheinische Zeitung'a, 1844'te Paris'teki Worwärts'a, 1847'de Brüksel'deki Deutsche-Brüsseler-Zeitung'a, 1848-1849'da Neue Rheinische Zeitung'a 1852'den 1861'e değin New York Tribune'e katkı, ayrıca, bir sürü kavga broşürünün yayınlanması, tüm yapıtının doruğu olan büyük Uluslararası Emekçiler Derneğinin kuruluşuna değin Paris, Brüksel ve Londra'da çalışma, işte, eğer başka hiçbir şey yapmasaydı bile, yapıcısının gurur duyabileceği sonuçlar.

Marx, işte bu yüzden zamanının en sevilmeyen ve en çok kara çalınan adamı oldu. Mutlakiyetçi olduğu kadar cumhuriyetçi hükümetler de kovdular onu; tutucu burjuvalar ile aşırı demokratlar onu kara çalma ve kargışlara boğmakta birbirleri ile yarışıyorlardı. O bütün bunları, hiç aldırmaksızın, örümcek ağları gibi yolunun dışına atıyor ve ancak çok zorunlu durumlarda yanıtlıyordu. Sibirya madenlerinden Kaliforniya'ya değin, Avrupa ve Amerika'nın her yanına dağılmış, tüm dünyanın milyonlarca devrimci militanı tarafından ululanmış, sevilmiş ve aklanmış olarak öldü o. Ve ben çekinmeden söyleyebilirim ki, onun birçok karşı-düşüncede olan hasmı olabilirdi, ama kişisel düşmanı pek o kadar yoktu.

Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, yapıtı da!

Grynszpan’dan Yana: Faşist Kıyım Çetelerine ve Stalinist Hainlere Karşı


Lev Troçki (15 Şubat 1939)

[Herschel Grynszpan, 7 Ekim 1938’de, Paris’teki Alman elçiliğinde bir Nazi memuruna suikast düzenledi. İlk kez 14 Şubat 1939’da Socialist Appeal’de yayınlanmış olan bu makalede Troçki, suikastın hiçbir işe yaramadığını ortaya koyarken, Grynszpan’ın kişisel kahramanlığını destekler.]



Politik tarihten biraz haberdar olan herkes için açıktır ki, faşist gangsterlerin siyaseti doğrudan ve bazen kasten terörist eylemleri provoke eder. Şimdilik ortada sadece bir tek Grynszpan’ın olması şaşırtıcı değildir. Şüphesiz bu tip eylemlerin sayısı artacaktır.

Biz Marksistler, ezilen uluslar açısından olduğu gibi, proletaryanın kurtuluş mücadelesinin görevleri açısından da bireysel terör taktiğini uygunsuz sayarız. Tek bir yalıtık kahraman, kitlelerin yerine geçemez. Fakat biz bu tip sarsıcı ümitsizlik ve intikam eylemlerinin kaçınılmazlığını da açıkça anlıyoruz. Bizim tüm iyi dileklerimiz, tüm sempatimiz, doğru yolu bulmakta başarısız kalacak olmasına rağmen, kendini feda eden intikamcılarladır. Sempatimiz artıyor; çünkü Grynszpan politik bir militan değil tersine deneyimsiz bir delikanlı, tek rehberi haksızlığa karşı öfke duygusu olan bir yeniyetmedir. Kapitalist diplomasiye hizmet etmek için onun kafasını uçurabilecek olan kapitalist adaletin elinden Grynszpan’ı kurtarmak, uluslararası işçi sınıfının birincil, acil görevidir.

Hepsinden iğrenci, Kremlin’in emri ile uluslararası Stalinist basında Grynszpan’a karşı, bir polis budalalığı ve tarif olunamaz bir zorbalık içinde yürütülen kampanyadır. Onlar, onu Nazilerin bir ajanı olarak veya Nazilerle işbirliği içindeki Troçkistlerin bir ajanı olarak tanıtmaya çalışıyorlar. Stalinistler, provokatörü ve kurbanı aynı kümede toplayarak, Hitler’in katliamlar için uygun bir bahane yaratma niyetini Grynszpan’a atfediyorlar. Artık utancın zerresine bile sahip olmayan bu satılmış “gazeteciler” için ne denebilir. Sosyalist hareketin başlangıcından beri, burjuvazi her zaman tüm şiddetli öfke gösterilerini, özellikle de terörist eylemleri, Marksizmin yozlaştırıcı etkisine bağladı. Stalinistler her yerde olduğu gibi burada da gericiliğin en pis geleneğini miras aldılar. Dördüncü Enternasyonal, Stalinistlerin de dahil olduğu gerici pislik tabakasının şu anda her kanlı eylem ve protestoyu, her hiddetli patlamayı, cellâtlara her saldırıyı otomatikman Dördüncü Enternasyonal’le ilişkilendirmesinden haklı olarak gururlanabilir.

Zamanında Marx’ın Enternasyonalinde de durum benzer bir şekilde böyleydi. Biz doğal olarak açık manevi dayanışma bağlarıyla Grynszpan’a bağlıyız, onun “demokratik” gardiyanlarına ya da kısmen ve dolaylı olarak da olsa Moskova mahkemesinin kararlarına dayanak yapmak için Grynszpan’ın cesedine ihtiyaç duyan Stalinist iftiracılara değil. Özünde soysuzlaşan Kremlin diplomasisi, Hitler ve Mussolini’ninkini de kapsayan çeşitli ülkeler arasında teröristlerin karşılıklı değişimi için uluslararası bir anlaşmanın entrikalarına yeniden başlamak üzere bu “mutlu” olaydan yararlanmayı umuyor. Dikkat, dolandırıcıların şahı! Böyle bir kanunun uygulanması Stalin’in en az bir düzine yabancı hükümete derhal teslimini gerektirir.

Stalinistler polisin kulağının dibinde Grynszpan’ın “Troçkistlerin toplantılarına” katıldığını haykırdılar. Bu ne yazık ki doğru değil. Dördüncü Enternasyonal’in çevresinde dolaşmış olsaydı, devrimci enerjisi için farklı ve çok daha etkili bir çıkış keşfetmiş olurdu. Canavarlık ve haksızlık karşısında sadece lanet okuyan insanlar artık değersizleşti. Fakat Grynszpan gibi, gerekirse kendi hayatlarını feda ederek düşündüğü gibi davranabilenler, insanlığın değerli mayasıdır.

Eylem şekli için olmasa da manevi açıdan Grynszpan, bütün genç devrimciler için bir örnek teşkil edebilir. Grynszpan’la açık manevi dayanışmamız bize; tüm diğer Grynszpan olacaklara, despotizm ve canavarlığa karşı mücadelede kendini feda edebilecek olan tüm diğerlerine seslenme konusunda ek bir hak verir: Başka bir yol arayın!Ancak sınıf sömürüsünün, ulusal ezilmişliğin ve ırksal zulmün bütün yapısının hiçbir artığını bırakmayacak büyük bir devrimci kitle hareketi ezilenleri özgürleştirebilir, yalnız başına kalmış bir kahraman değil. Faşizmin benzeri görülmemiş cinayetleri, intikam için, tamamen savunulabilecek bir arzu yarattı. Fakat onların cinayetleri öylesine korkunç boyutlardadır ki, bu arzu, yalıtık faşist bürokratlara suikastla tatmin edilemez. Bu nedenle, bütün dünya üzerindeki milyonlarca, on hatta yüz milyonlarca ezileni harekete geçirmek ve eski toplumun kaleleri üzerine şiddetli hücumda onlara önderlik etmek gerekir. Sadece köleliğin tüm şekillerinin yıkılması, sadece faşizmin bütünüyle yok edilmesi, sadece çağdaş haydutların ve gangsterlerin acımasızca yargılanması için insanların örgütlenmesi, insanların haksızlığa karşı öfkelerine gerçek tatmini sağlayabilir. Dördüncü Enternasyonal’in dikkatle hazırlandığı görev budur. Bu, işçi sınıfı hareketini Stalinizm belâsından temizleyecek. Bu, gençliği kendi cesur neslinin saflarında düzene sokacak. Bu, daha değerli ve daha insani bir geleceğe yol açacak.

Terörizm ve Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist Rejim

Lev Troçki  (17 Nisan 1937)


[1930’ların kanlı tasfiyelerinde, Troçkist Sol Muhalefete (ve eski devrimci neslin tamamına) uygulanan resmi terörü aklamak için, Stalin ve emrindeki yargı organları, Sol Muhalefet üyelerini, Sovyet karşıtı terörizmi örgütlemek ve entrikalar çevirmekle suçladı. 17 Nisan 1937’de “Moskova Duruşmalarında Lev Troçki’ye Yapılan İthamlara İlişkin Uluslararası Soruşturma Komisyonu” üyeleri önünde verdiği aşağıdaki ifadede Troçki, Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasiye karşı mücadelede Troçkistlerin niçin terör kullanmayı düşünemeyeceklerini açıklayarak, Stalin’in muhalefete karşı suçlamalarının politik temelini ele aldı.]



Eğer terör bir taraf için ihtimal dahilinde ise, bu niçin diğer taraf için ihtimal dışı olarak düşünülsün? Tüm çekici simetrisine rağmen bu uslamlama tamamen çürüktür. Bir diktatörlüğün muhalefete karşı terörünü, bir muhalefetin diktatörlüğe karşı terörüyle aynı zemine oturtmak tümüyle kabul edilemez bir şeydir. Egemen klik için, bir mahkeme aracılığıyla veya arkadan bir pusu ile cinayetler hazırlamak, açık ve basit bir polis tekniği sorunudur. Başarısızlık halinde bazı ikinci sınıf ajanlar her zaman feda edilebilirler. Muhalefet yönünden bakıldığındaysa, başarılı olsun veya olmasın terör eylemlerinin her birinin, muhalefetin en iyi adamlarının yok edilmesi sonucunu doğuracağı önceden bilineceğine göre, teröre başvurma, tüm güçlerin terör eylemlerinin hazırlanmasına yoğunlaşmasını gerektirir. Bir muhalefet hiçbir şekilde, kendi güçlerinin böyle çılgınca israf edilmesine izin veremez. Komintern’in, faşist diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkelerde terörist suikast teşebbüslerine başvurmaması muhakkak bu yüzdendir, başka hiçbir sebeple değil. Muhalefet, suikast politikasına Komintern kadar az eğilimlidir.

Cehalete ve zihin tembelliğine dayanan suçlamaya göre, “Troçkistler” iktidara giden yolu açmak için egemen kliğin ortadan kaldırılmasına karar vermiş. Ortalama bir dar kafalı, özellikle de “SSCB Dostu” nişanı taşıyorsa şöyle akıl yürütür: “Muhalefet yanlılarının, iktidar için mücadele etmekten ve egemen kliğe karşı nefret beslemekten başka bir şey yapmaları mümkün değildir. Öyleyse niçin gerçekten teröre başvurmasınlar?” Başka bir deyişle, dar kafalı için gerçekte olay daha başladığı yerde biter. Muhalefet liderleri ne sonradan görmedirler ne de acemi. Bu hiç de onların iktidar için çabalayıp çabalamamaları sorunu değildir. Her ciddi politik eğilim, iktidarı ele geçirmek için çabalar. Sorun şudur: devrimci hareketin müthiş deneyimiyle eğitilmiş Muhalefet yanlıları, bir an için bile olsa terörün onları iktidara yaklaştırabileceğine inanıp, avunabilir mi? Rus tarihi, Marksist teori, politik psikoloji yanıtlar: Hayır, olamaz!

Bu noktada, terör sorunu, tarih ve teori bakımından kısaca da olsa bir açıklama gerektiriyor. “Sovyet karşıtı terörün” başlatıcısı olarak nitelendirildiğim için, otobiyografik nitelikli bir açıklama yapmak zorundayım. 1902’de, yaklaşık olarak beş yıllık hapis ve sürgünden sonra Sibirya’dan Londra’ya gelir gelmez, ağır iş cezası hapishanesi ile birlikte Schlusselburg kalesinin iki yüzüncü yılında, orada ölümüne işkence edilen devrimciler anısına yazdığım bir makalede soruna değinme fırsatı bulmuştum. “Bu şehitlerin ruhları intikam için haykırıyor...”, fakat ardından derhal ekliyordum: “Kişisel değil, devrimci bir intikam için. Bakanların infazı için değil, otokrasinin infazı için.” Bu satırlar bütünüyle bireysel teröre karşı yöneltilmişlerdi. Onların yazarı yirmi üç yaşındaydı. Devrimci faaliyetinin ilk günlerinden itibaren bir terör karşıtıydı. 1902’den 1905’e dek, Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde, Rus öğrencilerin ve göçmenlerin önünde, yüzyılın başında Rus gençliği arasında bir kez daha yayılmakta olan terörist ideolojiye karşı sayısız politik beyanatta bulundum.

Geçen yüzyılın seksenlerinden itibaren Rus Marksistlerinin iki kuşağı, terör çağını kendi kişisel deneyimleriyle yaşadı; onun trajik derslerinden öğrendi ve tek tek bireylerin kahramanca maceracılığına karşı olumsuz bir tavrı kendiliklerinden damla damla özümsedi. Plehanov, Rus Marksizminin kurucusu; Lenin, Bolşevizmin lideri; Martov, Menşevizmin en ünlü temsilcisi; hepsi de terör taktiğine karşı mücadeleye binlerce sayfa ve yüzlerce konuşma adadı.

Yaşça daha büyük Marksistlerden yayılan ideolojik ilham, gençliğim süresince içine kapalı entelektüel çevrelerin devrimci simyasına karşı tavrımı besledi. Biz Rus devrimcileri için terör sorunu, kelimenin özel olduğu kadar politik anlamında da bir ölüm kalım meselesidir. Bizim için terörist, bir roman karakteri değil, aksine yaşayan ve tanıdık bir varlıktır. Sürgünde yıllarca eski neslin teröristleri ile yan yana yaşadık. Hapishanelerde ve polis nezarethanelerinde kendi neslimizin teröristleri ile tanıştık. Peter ve Paul kalesinde idama mahkûm edilmiş teröristlerle birbirimize gizlice mesajlar yolladık. Kaç gün, kaç saat hararetli tartışmalarla geçti. Kaç kez tüm sorunların en yakıcısı olan bu sorun yüzünden kişisel ilişkilerimizi kestik! Bu tartışmalar tarafından beslenen ve bunları yansıtan terörizm konulu Rus yazını, koca bir kütüphaneyi doldurur.

Siyasal baskı belli sınırları aştığında, yalıtık terörist patlamalar kaçınılmazdır. Bu tip eylemler genellikle her zaman belirgin bir karaktere sahiptir. Fakat terörü kutsayan politikalar, onu bir sistem düzeyine yükseltiyorlar ki, bu başka şeydir. “Özünde terörist faaliyet” diye yazdım 1909’da “«büyük an» için yoğunlaşmış öyle bir enerjiyi, bireysel kahramanlığın öneminin öyle bir abartılmasını ve nihayet öyle bir «dışa kapalı» komployu gerektirir ki, bu –mantıksal olarak değilse bile psikolojik olarak– kitleler arasında ajitatif ve örgütsel çalışmayı tamamen dışlar.... Terörizme karşı mücadele eden Marksist entelijensiya, kendi doğrularının ya da görevlerinin, Çarlığa ve Grandüklüğe ait sarayların altına tünel kazmak için işçi bölgelerinden çekilmek olmadığını savundu.” Tarihi aptal yerine koymak veya işletmek imkânsızdır. En sonunda tarih, herkesi lâyık olduğu yere koyar. Bir sistem olarak terörün temel özelliği, kimyasal bileşikler vasıtasıyla kendi politik güç eksikliğini telâfi etmeye çabalayan bu örgütü yok etmektir. Şüphesiz terörün yönetenler arasında karışıklık çıkarabildiği tarihsel koşullar vardır. Fakat bu durumda bu işin meyvesini toplayan kimdir? Tüm olayların da gösterdiği gibi, ne terörist örgütün kendisidir ne de gerçekleşen düelloyu destekleyenlerin arkasındaki kitlelerdir. Bu nedenle, zamanında liberal Rus burjuvazisi, teröre daima sempati duydu. Sonuç açıktır. 1909’da şunu yazdım: “Terör hükümet safları arasında karışıklık ve moral bozukluğu (devrimci safların moralini bozmak ve karıştırmak pahasına) yarattığı ölçüde, yalnızca liberallerin ekmeğine yağ sürer.” Hemen hemen aynı kelimelerle ifade edilen tam da aynı düşünceye, çeyrek yüzyıl sonra Kirov suikastı ile bağlantılı olarak tekrar dönüyoruz.

Bireysel terör eylemleri olgusu, bir ülkenin politik geriliğinin ve oradaki ilerletici güçlerin zayıflığının şaşmaz belirtisidir. Proletaryanın engin gücünü gösteren 1905 devrimi, bir avuç entelektüel ile Çarlık arasındaki teke tek mücadelenin romantizmine son verdi. Birçok makalede tekrarladım; “Rusya’da terörizm öldü.” “...Terör Doğu’ya; Pencap ve Bengal eyaletlerine göç etti ... Doğu’nun diğer ülkelerinde terörizm hâlâ bir yeşerme devresinden geçmeye yönelebilir. Fakat Rusya’da şimdiden tarihin mirasının bir parçasıdır.”

1907’de kendimi tekrar sürgünde buldum. Karşı-devrimin kırbacı vahşice işbaşındaydı ve Avrupa kentlerindeki Rus kolonileri çok kalabalıklaşmıştı. Tüm ikinci göç dönemim, intikam ve ümitsizlik terörüne karşı beyanat ve makalelere adanmıştı. 1909’da “Sosyalist Devrimciler” olarak adlandırılan terörist örgütün başında bir ajan provokatörün, Azef’in durduğu ortaya çıkarıldı. “Terörizmin çıkmaz sokağında, provokasyonun eli güvenle hükmeder” diye yazdım (Ocak, 1910). Terörizm benim için hiçbir zaman “çıkmaz sokak”tan başka bir şey ifade etmemiştir.

Aynı süreçte şunları yazdım; “Çarlığın terörist bürokrasisine karşı bir mücadele aracı olarak devrimin bürokratikleşmiş terörüne ilişkin Rus Sosyal Demokrasisinin uzlaşmaz tutumu, sadece Rus liberalleri arasında değil, aynı zamanda Avrupalı Sosyalistler arasında da hayret ve kınamayla karşılaştı.” Hem sonuncusu, hem de ilki bizi “doktrinerlikle” suçladılar. Kendi payımıza biz Rus Marksistleri, Rus terörizmine duyulan bu sempatiyi, umutlarını kitlelerden uzaklaştırıp yönetici zirvelere bağlamaya alışmış olan Avrupa Sosyal Demokrasisinin liderlerinin oportünizmine atfettik. “Her kim ki, pelerininin altında sakladığı bir saatli bombayla sezdirmeden bizzat bakana yaklaşanlar gibi bir bakanlık mevkiine yaklaşırsa, bakanı, onun kişiliğini ve mevkiini aynı derece abartmak zorundadır. Bu tür kişiler için sistemin işleyişi görünmez olur ve geride sadece güç ile donatılmış birey kalır.” Birazdan, faaliyetimin on yıllarını yiyip bitiren bu düşünceye Kirov suikastı ile bağlantılı olarak bir kez daha döneceğiz.

1911’de Avusturya işçilerinin belli grupları arasında terörist bir ruh hali ortaya çıktı. Avusturya Sosyal Demokrasisinin aylık teorik yayını Der Kampf’ın Editörü Friedrich Adler’in isteği üzerine 1911 Kasımında terörizm üzerine bir makale yazdım:

“Bir terörist eylemin, hatta “başarılı” olanının bile, egemen sınıfı bütünüyle karışıklığa sürüklemesi somut politik koşullara bağlıdır. Her halükârda, karışıklık sadece kısa ömürlü olabilir; kapitalist devlet kendisini hükümet bakanlarına dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür.

“Fakat bizzat çalışan kitlelerin içinde, bir terörist eylemle yaratılan karmaşa çok daha derindir. Eğer bir kişinin amacına ulaşmak için bir tabanca ile silahlanması yeterliyse, sınıf mücadelesinin çabaları niye? Bir yüksük dolusu barut ve küçük bir parça kurşun düşmanı ortadan kaldırmak için yeterliyse, bir sınıf örgütüne ne gerek var? Bir üst düzey yetkiliyi patlamaların kükreyişi ile dehşete düşürmek mümkünse, partiye niçin ihtiyaç var? Bir kişi parlamento salonundan bakanlık sıralarına kolayca nişan alabiliyorsa, toplantılar, kitle ajitasyonu ve seçimler neden?

“Bizim gözümüzde bireysel terör kesinlikle kabul edilemez, çünkükitlelerin rolünü onların kendi bilinçlerinde küçültür, onları güçsüzlüklerine razı eder, gözlerini ve umutlarını bir gün gelecek ve misyonunu yerine getirecek olan bir intikamcıya veya kurtarıcıya çevirmelerine yol açar.”

Beş yıl sonra emperyalist savaşın sıcağında, bu makaleyi yazmam için beni teşvik etmiş olan Friedrich Adler, bir Viyana lokantasında Avusturya Hükümet Bakanı Stuergkh’i öldürdü. Kahraman şüpheci ve oportünist, öfke ve kederi için başka bir çıkış yolu bulmaktan acizdir. Duygularım doğal olarak Habsburg ileri gelenlerinden yana değil. Bununla beraber, Friedrich Adler’in bireysel eylemi yerine, Berlin meydanında savaş esnasında işçilere devrimci bir manifesto dağıtmak üzere ortaya çıkmış olan Karl Liebnecht’in eylem şeklini yeğlerdim.

28 Aralık 1934’te, Kirov suikastından dört hafta sonra, Stalinist yasama kurulunun “adalet” mızraklarını henüz daha hangi yöne fırlatacağını bilmediği bir anda, Muhalefet Bülteni’nde (Bulletin of the Opposition) şöyle yazdım:

“...Eğer Marksistler bireysel terörizmi, silahlı saldırılar Çarlık hkümetinin ajanlarına ve kapitalist sömürücülere yöneldiğinde dahi kayıtsız şartsız kınamışlarsa, hepsinden öte tarihteki ilk işçi devletinin bürokratik temsilcilerine karşı yönelmiş terörist eylemlerin cinai maceracılığını çok daha amansızca reddetmeyecek ve kınamayacaklar mı? Nikolayev ve ortaklarının öznel güdüleri bizim için ilgiye değmez br konudur. Cehenneme giden yol iyi dileklerle döşenmiştir. Sovyet bürokrasisi proletarya tarafından ortadan kaldırılmadığı sürece –er geç tamamlanacak bir görev– işçi devletinin savunusunda gerekli bir işlevi yerine getirir. Nikolayev tipi terörizm yayılsaydı, elverişsiz koşullar yüzünden ancak faşist karşı-devrime hizmet edebilirdi.

“Ancak çevresine budalaları toplayan politik sahtekârlar, Nikolayev’i, 1926-27’de içinde bulunduğu Zinovyev grubu kisvesi altında olsa da, Sol Muhalefet’le ilişkilendirmeye çalışır. Komünist gençliğin terörist örgütünü, Sol Muhalefet değil içten içe çürümesi sayesinde bürokrasi besledi. Bireysel terörizm, özünde ters yüz edilmiş bürokratizmdir. Marksistler için bu kural dün keşfedilmedi. Bürokratizm kitlelere güven duymaz ve kitlelerin yerine geçmeye çalışır. Terörizm de aynı şekilde davranır; o da kitleleri onların katılımı olmaksızın mutlu etmek ister. Stalinist bürokrasi liderlere ilâhi vasıflar bahşederek iğrenç bir lider kültü yarattı. “Kahraman” kültü, sadece bir eksi işareti ile terörizmin de dinidir. Nikolayev’ler, tarihin yönünün değiştirilebilmesi için gereken tek şeyin, revolverler aracılığıyla birkaç liderin ortadan kaldırılması olduğunu hayal ettiler. İdeolojik bir gurup olan Komünist teröristler, Stalinist bürokrasiyle aynı ailedendir.” [Ocak 1935, No.41]

Bu satırlar, sırf siz kendinizi ikna etme fırsatına sahip olasınız diye yazılmadı. Bunlar iki kuşağın deneyimleriyle beslenmiş bütün bir ömrün deneyimini özetlemektedir.

Çarlık zamanında bile, bir genç Marksistin terörist parti saflarına geçmesi nispeten az rastlanır bir olaydı ve insanların parmakla göstermeleri için yeterliydi. Fakat o anda en azından iki eğilim arasında kesintisiz bir teorik mücadele yürüyordu; iki partinin yayınları şiddetli bir polemik sürdürüyordu; halka açık tartışmalar bir gün bile kesilmedi. Ama şimdi bizleri, genç devrimcilerin değil, arkalarında üç devrimin geleneğini taşıyan Rus Marksizminin eski liderlerinin, birden, eleştiri olmaksızın, tartışma olmaksızın, tek bir kelime açıklama olmaksızın, bir politik intihar yöntemi olarak daima reddetmiş oldukları terörizme yöneldiklerine inanmaya zorlamak istiyorlar. Böyle bir suçlamanın yapılabilmesi, Stalinist bürokrasinin resmi teorik ve politik düşünceyi sürüklemiş olduğu bataklığın derinliğini gösterir ve burada artık Sovyet adaletinden söz edilemez. Yalancılar, tecrübeyle kazanılmış, teori tarafından onaylanmış ve insanlık tarihinin kızgın ateşinde tavlanmış politik inançların karşısına, ne idüğü belirsiz kişilerin şekilsiz, çelişik, düpedüz asılsız ifadelerini koymaktalar.

Sosyalist Enternasyonal’in Konumu ve Görevleri

V. İ. Lenin


Bugünkü bunalımın en vahim özelliği, Avrupa sosyalizminin resmi temsilcilerinin çoğunluğunun burjuva milliyetçiliğine, şovenizme yenik düşmesidir. Tüm ülkelerin burjuva basınının onlardan kâh alayla kâh lütufkâr bir övgüyle bahsetmesinin geçerli sebepleri var. Sosyalist kalmak isteyen biri için, sosyalizmdeki bu bunalımın nedenlerini açıklamak ve Enternasyonal’in görevlerini analiz etmekten daha önemli bir vazife olamaz.

Bu bunalımın, ya da daha doğru ifade edelim, İkinci Enternasyonal’in çöküşünün oportünizmin çöküşü olduğunu kabul etmekten korkanlar var.

Örneğin Fransız sosyalistleri arasında oybirliğinden ve sosyalizmdeki eski grupların savaş sorunundaki tutumlarını güya değiştirdiklerinden bahsediliyor. Ne var ki bunlar temelsiz iddialardır.

Sınıf işbirliğinin savunulması; sosyalist devrim düşüncesinin ve devrimci mücadele yöntemlerinin terk edilmesi; burjuva milliyetçiliğine uyarlanma; milliyet ve ülke sınırlarının tarihsel olarak gelip geçici olduğu gerçeğinin unutulması; burjuva yasallığın fetişleştirilmesi; “halkın geniş kitlelerini” (yani küçük-burjuvaziyi) kendisinden uzaklaştıracağı korkusuyla sınıf bakış açısından ve sınıf mücadelesinden vazgeçilmesi –bunlar kuşkusuz oportünizmin ideolojik temelleridir.Sınıf işbirliğinin savunulması; sosyalist devrim düşüncesinin ve devrimci mücadele yöntemlerinin terk edilmesi; burjuva milliyetçiliğine uyarlanma; milliyet ve ülke sınırlarının tarihsel olarak gelip geçici olduğu gerçeğinin unutulması; burjuva yasallığın fetişleştirilmesi; “halkın geniş kitlelerini” (yani küçük-burjuvaziyi) kendisinden uzaklaştıracağı korkusuyla sınıf bakış açısından ve sınıf mücadelesinden vazgeçilmesi –bunlar kuşkusuz oportünizmin ideolojik temelleridir. Ve İkinci Enternasyonal önderlerinin çoğunun bugünkü şovenist ve yurtsever ruh halinin üzerinde geliştiği zemin budur. Değişik bakış açılarına sahip gözlemciler, İkinci Enternasyonal önderliği içerisinde gerçekte oportünistlerin ağır bastığına uzun zamandır işaret ediyorlardı. Aslında savaş basitçe, hızla ve göze batan bir şekilde, oportünizmin bu yaygınlığının gerçek boyutlarını açığa çıkarmıştır. Bunalımın olağanüstü keskin oluşunun eski gruplar içerisinde bir dizi harmanlanmaya yol açmış olmasında şaşırtıcı olan hiçbir şey yoktur. Ne var ki, bir bütün olarak bakıldığında, bu tip değişimler yalnızca bireyleri etkilemiştir. Sosyalizm içerisindeki eğilimler aynı kalmıştır.

Fransız sosyalistleri arasında tam bir oybirliği mevcut değildir. Vaillant bile Guesde, Plehanov, Hervé ve diğerleriyle birlikte şovenist bir çizgi izliyor. Vaillant, bugünkü savaşın emperyalist bir karakterde olduğunu ve Fransız burjuvazisinin en az diğer ülkelerin burjuvazisi kadar bu savaşın patlak vermesinden sorumlu olduğunu söyleyen bazı Fransız sosyalistlerinden protesto mektupları aldığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bu protesto seslerinin yalnızca muzaffer oportünizm tarafından değil aynı zamanda askeri sansür tarafından da boğulmakta olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Britanya’da, Hyndman grubu (Britanya Sosyal-demokratları –Britanya Sosyalist Partisi) tümüyle şovenizmin pençesine düştü; sendikaların yarı-liberal önderlerinin çoğunun da durumu budur. Şovenizme direniş, oportünist Bağımsız İşçi Partisi’ndeki MacDonald ve Keir Hardie’den geldi. Bu kuşkusuz kaidenin istisnasıdır. Ne var ki, Hyndman’a uzun zamandır muhalif olan bazı devrimci Sosyal-demokratlar bugün Britanya Sosyalist Partisi’nden ayrılıyorlar. Almanlarda ise durum nettir: oportünistler kazandı; sevinç içerisindeler, hallerinden hoşnutlar. Kautsky’nin başını çektiği “Merkez” oportünizme yenik düşmüş ve onu en ikiyüzlü, en bayağı ve kendini beğenmiş bir safsatacılıkla savunuyor. Protestolar devrimci Sosyal-demokratlardan geliyor –Mehring, Pannekoek, Karl Liebknecht, Almanya ve İsviçre’nin Almanca konuşan kesiminden bir dizi başkası. İtalya’da da saflar çok belli: aşırı oportünistler, Bissolati ve şürekası, “anavatan” savunusundan, Guesde-Vaillant-Plehanov-Hervé’den yana. Devrimci Sosyal-demokratlar (Sosyalist Parti) Avanti! önderliğinde şovenizmle savaşıyor ve savaştan yana olanların burjuva ve bencil tabiatını teşhir ediyorlar. İleri işçilerin geniş bir çoğunluğunun desteğine sahipler. Rusya’da, tasfiyeciler kampının aşırı oportünistleri, basında ve halka açık konferanslarda seslerini şovenizmi savunma lehinde yükselttiler bile. P. Maslov ve Y. Smirnov, anavatanın savunulması gerektiği bahanesiyle Çarlığı savunuyorlar. Görüyorsunuz işte, Almanya “bizi” savaşla tehdit ederek ticari anlaşmalar dayatmak istiyor, Çarlıksa (buna inanmamız isteniyor) Rusya nüfusunun onda dokuzunun iktisadi, siyasi ve ulusal yaşamını boğmak için kılıç, kırbaç ve darağacı kullanmamıştır! Sosyalistlerin gerici burjuva hükümetlere katılmasını yerinde bir tutum olarak görüyorlar, bugünün savaş kredilerine ve yarının daha büyük silahlanma harcamalarına onay veriyorlar! Plehanov milliyetçiliğe kaydı ve Rus şovenizmini Fransız hayranlığıyla gizlemeye gayret ediyor; Alexinsky de öyle. ParisGolos’ta Martov, etrafındaki kalabalıktan daha namuslu davranıyor, hem Alman hem de Fransız şovenizmine karşı çıktı, Vorwärts’a, Bay Hyndman’a ve Maslov’a da karşı çıkıyor. Fakat bir bütün olarak uluslararası oportünizme ve onun en “etkili” savunucusu olan Alman Sosyal-demokrat merkezciler grubuna kararlı bir şekilde karşı çıkmaktan korkuyor. Orduya gönüllü katılımı sosyalist bir görevin yerine getirilmesi olarak gösterme çabaları (Sosyal-demokratlardan ve Sosyal-Devrimcilerden oluşan Rus gönüllüleri grubunun Paris deklarasyonuna bakın) yalnızca Plehanov’un desteğini aldı. Bu çabalar Paris’teki Parti grubumuzun çoğunluğu tarafından mahkûm edilmiştir. Bu sayıdaki başyazı Parti Merkez Komitesi’nin tutumu konusunda okuyucuları bilgilendirecektir. Yanlış anlaşılmayı daha baştan önlemek için, partimizin görüşlerinin ve formülasyonlarının tarihiyle ilgili şu gerçekleri burada ortaya koyalım. Savaşla birlikte kopan örgütsel ilişkileri yeniden kurmakta yaşanan muazzam zorlukların üstesinden geldikten sonra, bir grup Parti üyesi ilk iş olarak “tezler”i hazırlamış ve 6-8 Eylül tarihlerinde bu tezleri yoldaşlar arasında sirkülasyona açmışlardır. Ardından bu tezler İsviçreli Sosyal-demokratlar aracılığıyla Lugano’daki İtalyan-İsviçresi Konferansının (27 Eylül) iki delegesine gönderilmiştir. İlişkileri yeniden kurmak ve Parti Merkez Komitesinin bakış açısını formüle etmek ancak Ekim ayının ortasında mümkün hale gelmiştir. Bu sayıdaki başyazı “tezler”in nihai biçimidir.

Avrupa ve Rus Sosyal-demokrat hareketindeki durum kısaca budur. Enternasyonal’in çöküşü bir vakıadır. Bu çöküş, Alman ve Fransız sosyalistleri arasında basın yoluyla yapılan polemiklerle kesin bir şekilde kanıtlanmış ve yalnızca Sol Sosyal-demokratlar (Mehring veBremer Bürger Zeitung) tarafından değil, ılımlı İsviçre gazeteleri (Volksrecht) tarafından da kabul edilmiştir. Kautsky’nin bu çöküşün üstünü örtme çabaları ödlekçe yapılmış birer hiledir. Enternasyonal’in çöküşü, burjuvazinin esiri haline gelmiş oportünizmin apaçık çöküşüdür.

Burjuvazinin tutumu açıktır. Oportünistlerin burjuva argümanları dile getirdiği de bir o kadar açıktır. Baş makalede söylenenlere ek olarak, Die Neue Zeit’taki, enternasyonalizmin, sözümona anavatan savunusu için bir ülkenin işçilerinin başka ülkelerin işçilerini vurmasına dayandığını ileri süren aşağılayıcı ifadelerden bahsetmek bile yeterli!

Anavatan savunusu sorunu –oportünistlere cevap olarak söylemeliyiz ki– bugünkü savaşın somut tarihsel tabiatı değerlendirilmeksizin ortaya konamaz. Bu emperyalist bir savaştır, yani, kapitalizmin en yüksek gelişimi döneminde, onun sona yaklaştığı bir zaman diliminde yürütülüyor. Komünist Manifesto’da, milliyet ve anavatanı burjuva sistemin ve dolayısıyla burjuva anavatanın esas biçimleri olarak tanımamızın sınırları ve koşulları vurgulanarak, işçi sınıfının ilkin “kendisini ulus içinde oluşturmak” zorunda olduğu söylenir. Oportünistler kapitalizmin yükselişi döneminde doğru olan bu gerçeği onun bitiş dönemine de uygulayarak onu çarpıtırlar.Komünist Manifesto’da, milliyet ve anavatanı burjuva sistemin ve dolayısıyla burjuva anavatanın esas biçimleri olarak tanımamızın sınırları ve koşulları vurgulanarak, işçi sınıfının ilkin “kendisini ulus içinde oluşturmak” zorunda olduğu söylenir. Oportünistler kapitalizmin yükselişi döneminde doğru olan bu gerçeği onun bitiş dönemine de uygulayarak onu çarpıtırlar. Eski döneme ve feodalizmi değil bizzat kapitalizmi yıkma mücadelesindeki proletaryanın görevlerine atıflaKomünist Manifesto açık ve kesin bir formül sunar: “İşçilerin vatanı yoktur.” Oportünistlerin bu sosyalist önermeyi kabul etmekten ve hatta birçok durumda bu önermeyi açıkça dikkate almaktan bile neden bu denli korktukları herkes tarafından gayet iyi anlaşılabilir. Sosyalist hareket anavatanın eski çerçevesi içerisinde zafer kazanamaz.Komünist Manifesto açık ve kesin bir formül sunar: “İşçilerin vatanı yoktur.” Oportünistlerin bu sosyalist önermeyi kabul etmekten ve hatta birçok durumda bu önermeyi açıkça dikkate almaktan bile neden bu denli korktukları herkes tarafından gayet iyi anlaşılabilir. Sosyalist hareket anavatanın eski çerçevesi içerisinde zafer kazanamaz. İnsan toplumunun yeni ve daha üstün biçimlerini yaratır. Bu biçimler içerisinde hermilliyetten çalışan kitlelerin meşru ihtiyaçları ve ilerici özlemleri, mevcut ulusal bölünmüşlüğün ortadan kaldırılmasıyla sağlanan uluslararası birlik aracılığıyla ilk kez karşılanmış olacaktır. Burjuvazinin, ikiyüzlü “anavatan savunusu” çağrılarıyla emekçi kitleleri bölmek ve birliğini bozmak için gerçekleştirdiği girişimlere, sınıf bilinçli işçiler, farklı uluslardan işçileri, tüm ulusların burjuvazisinin egemenliğini devirme mücadelesinde birleştirmek üzere yepyeni ve sebatkâr çabalarla cevap vereceklerdir.

Burjuvazi emperyalist yağmayı saklayarak kitleleri eski “ulusal savaş” ideolojisiyle aldatıyor.Burjuvazi emperyalist yağmayı saklayarak kitleleri eski “ulusal savaş” ideolojisiyle aldatıyor. Bu yalan, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme sloganını öne süren proletarya tarafından açığa çıkarıldı. Stuttgart ve Basle kararlarının sloganı buydu. Bu kararlarda genel olarak savaş değil tam da bugünkü savaş göz önünde bulunduruluyor, “anavatan savunusu”ndan değil “kapitalizmin yıkılışını hızlandırmak”tan bahsediliyor, savaşın yarattığı krizden bu amaçla yararlanmaktan ve Paris Komünü örneğinden söz ediliyordu. Paris Komünü ulusların savaşının iç savaşa dönüşmesinin bir örneğiydi.

Kuşkusuz böylesi bir dönüşüm kolay bir iş değildir ve yalnızca şu ya da bu partinin heveslenmesiyle gerçekleştirilemez. Ne var ki bu dönüşüm genelde kapitalizmin nesnel koşullarına, özelde ise kapitalizmin son dönemine içseldir. Sosyalistler faaliyetlerini bu doğrultuda, yalnız ve yalnızca bu doğrultuda yürütmelidirler. Onların işi, savaş kredileri için oy kullanmak ya da “kendi” ülkelerindeki (ve müttefik ülkelerdeki) şovenizmi körüklemek değil, öncelikle bizzat “kendi” burjuvazisinin şovenizmine karşı mücadele etmektir. Bu mücadele, kriz olgunlaşıp burjuvazi bizzat kendisinin çizdiği yasal çerçeveyi ortadan kaldırdığında, yasal mücadele biçimleriyle sınırlandırılamaz. İç savaşayol açan eylem çizgisi budur, şu ya da bu momentte Avrupa’daki büyük yangının iç savaşa dönüşmesine sebep olacak çizgi budur.

Savaş tesadüfi bir olay da değildir, (yurtseverlik, insanlık ve barış vaazı veren oportünistlerden geri kalmayan) Hıristiyan papazların düşündüğü anlamda “günah” da değildir. Savaş kapitalizmin kaçınılmaz bir aşamasıdır, kapitalist yaşam tarzının barış kadar meşru bir biçimidir.Savaş tesadüfi bir olay da değildir, (yurtseverlik, insanlık ve barış vaazı veren oportünistlerden geri kalmayan) Hıristiyan papazların düşündüğü anlamda “günah” da değildir. Savaş kapitalizmin kaçınılmaz bir aşamasıdır, kapitalist yaşam tarzının barış kadar meşru bir biçimidir.Bugünkü savaş bir halklar savaşıdır. Bundan çıkan sonuç, bizlerin de “popüler” şovenizm akıntısına katılmamız gerektiği değil, ulusu bölen sınıf çelişkilerinin savaş zamanında da var olmaya devam ettiği ve kendisini savaş koşullarında dışa vurduğudur. Orduya katılmayı reddetme, savaş karşıtı grevler vb., silahlı burjuvaziye karşı silahsız mücadele şeklindeki bütünüyle anlamsız, sefil ve ödlekçe hayallerdir, kıyasıya bir iç savaş ya da bir dizi savaş olmaksızın kapitalizmin yıkılmasını isteyen nafile arzulardır. Her sosyalistin görevi, ordu içinde de sınıf mücadelesinin propagandasını yürütmektir; tüm ulusların burjuvazilerinin emperyalist bir silahlı çatışma içerisine girdikleri bir çağda ulusların savaşını iç savaşa çevirmeye dönük bir çalışma yegâne sosyalist faaliyettir. “Ne pahasına olursa olsun barış” şeklindeki tiksindirici, sofuca ve budalaca çağrılar kahrolsun! İç savaş bayrağını daha da yükseltelim! Emperyalizm Avrupa kültürünün kaderini tehlikeye atıyor: bir dizi başarılı devrim olmadığı sürece bu savaşı diğerleri takip edecek. Bunun “son savaş” olduğu yolundaki laflar içi boş ve tehlikeli bir uydurmacadır, (Golos’un zekice ifadesiyle) filisten “mitoloji”nin bir parçasıdır. Proleter iç savaş bayrağı yalnızca yüz binlerce sınıf bilinçli işçiyi değil, bugün şovenizmle aldatılan ama savaşın dehşetinin yalnızca gözünü korkutup bastırmakla kalmadığı aynı zamanda aydınlattığı, eğittiği, uyandırdığı, örgütlediği, çelikleştirdiği ve “kendi” ülkesinin ve “yabancı” ülkelerin burjuvazisine karşı savaşa hazırladığı milyonlarca yarı-proleteri ve küçük-burjuvayı da bir araya getirip harekete geçirecektir. Bu, bugün değilse yarın, savaş sırasında değilse ondan sonra, bu savaşta değilse bir sonrakinde mutlaka gerçekleşecektir.

İkinci Enternasyonal öldü, oportünizm tarafından alaşağı edildi. Kahrolsun oportünizm, yaşasın Üçüncü Enternasyonal. Yaşasın sadece “dönekler”den (Golos’un istediği gibi) değil oportünizmden de temizlenmiş Üçüncü Enternasyonal.

İkinci Enternasyonal, on dokuzuncu yüzyılın son üçte birlik döneminde ve yirminci yüzyılın başlarında en acımasız kapitalist kölelikle ve en hızlı kapitalist ilerleyişle geçen uzun ve “barışçıl” dönem boyunca proleter kitlelerin ilk örgütlenmesindeki yararlı hazırlık çalışmasının kendi payına düşen kısmını yerine getirdi. Kapitalist hükümetlere karşı devrimci bir saldırı için, tüm ülkelerin burjuvazisine karşı siyasal iktidarı ele geçirmek üzere bir iç savaş için ve sosyalizmin zaferi için proleter güçleri organize etme görevi Üçüncü Enternasyonal’e düşüyor!

1 Kasım 1914’te Sotsial-Demokrat’ta yayınlandı.

Kaynak: Collected Workscilt 21, s.35-41.