12 Kasım 2009 Perşembe

Ekim Devriminin Yankıları-Enternasyonalizm, Konseyler ve Parti

Oktay Baran (2007)

Ekim Devrimi 90 yaşında. Bu devrim yalnızca toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin suratına bir tokat gibi inmekle ve tüm dünyanın işçi ve emekçileri için büyük bir kurtuluş ışığı olmakla kalmadı, aynı zamanda, işçi hareketi içindeki oportünist-reformist akımların ihanetçi doğasını da tüm çıplaklığıyla açığa çıkardı. Marksist görüşler en kaba çarpıtmalardan geçirilip, devrimci özü boşaltılmış ve bu haliyle II. Enternasyonal’in elinde işçi sınıfını uyutmanın ve aldatmanın bir aracı haline gelmişti. Ekim Devrimi Marksizmin devrimci doğasının altını kalın çizgilerle çizerek onun bir devrimci eylem kılavuzu olduğunu ve işçi sınıfının yegâne bilimsel dünya görüşü olabileceğini pratikte de kanıtlamış oldu.

1917 Ekim Devrimi, proleter sosyalist devrimin temel çizgilerini ortaya koymakla ve Marksizmin doğruluğunu kanıtlamakla kalmamış, dünya proletaryasının mücadelesine de damgasını basmıştır. Oportünistlerin, Bolşeviklerin tarihin yasalarına karşı çıktıkları, Sovyet devrimi ve iktidarının gerçek bir işçi devrimi ve işçi iktidarı olmadığı yolundaki iddialarının ne denli gerçek dışı olduğunun en güzel kanıtını yine sınıf mücadeleleri tarihi vermektedir. Yalnızca 1917 Ekiminden sonra gelişen proleter devrimci mücadeleler değil, çeşitli ulusal kurtuluş mücadeleleri bile ondan esinlenmiş, ona öykünmüş ve ona benzemeye çalışmıştır. Denilebilir ki, 20. yüzyıl tarihinde gelişen tüm devrimler, ya işçi ve emekçi sınıfların 1917 Ekim çizgisindeki adımlarına, ya da burjuva ve küçük-burjuva önderliklerin emekçilerin bu doğrultuda adım atmamaları için çevirdikleri dolaplara, giriştikleri manevralara ve uyguladıkları katliamlara şahit olmuştur. İşçi kitlelerinin ağırlıklarını hissettirdiği tek bir devrimci süreç yoktur ki, Ekim Devrimiyle öne çıkan örgütlülüklerin, uygulamaların, geleneklerin ve fikirlerin en azından nüveleri ortaya çıkmamış olsun. Burjuvazinin, işçi kitlelerinin her ayağa kalkışında ve hatta her grevde Bolşevizm ruhunu görerek paniğe kapılması bu nedenle hiç de boşuna değildir.

Ekim Devrimi en geri ülkeden en ileri ülkeye kadar tüm dünyayı kasıp kavuran bir devrimci coşkunun merkezi oldu. Ne var ki, dönemin ileri kapitalist ülkelerinde savaşın yıkıcı etkilerinin sonucu olarak yükselen hoşnutsuzluk Bolşevizmin daha da kabarttığı bir devrimci dalgaya dönüşmüş olsa bile, bu dalga yenilerek geri çekilmişti. Tek kurtuluş yolu olan dünya devrimini tetikleyebilecekleri perspektifiyle hareket eden Bolşeviklerin önderliğindeki devrimci Rus proletaryası, son derece geri bir ülkede tek başına kaldı ve kaçınılmaz olarak iktidarı kaybetti. Dünya devriminin bu birinci dalgasının yenilgisinin gerçekte ve son tahlilde tek bir nedeni vardı: gelişen devrimci durumlarda reformistlerin etkisini kırabilecek ve işçi sınıfına doğru bir devrimci önderlik sunabilecek denli güçlü bir enternasyonalist komünist partinin mevcut olmayışı.

Devrimci bir yükseliş yaşayan tüm ülkelerde, işçi sınıfının hızla yükselen eylemliliği, kendi öz-örgütlenmelerini, şuralar, konseyler, komünler, komiteler ya da sovyetler adı altında yaratmış bulunuyordu. Bu ülkelerde de enternasyonalizme yürekten bağlı komünist gruplar vardı. Ne var ki, bu komünist gruplar, II. Enternasyonal’in hem politik-teorik hem de örgütsel çizgisinden kopmakta son derece geç kalmışlardı. Ekim Devriminin etkisiyle özellikle 1919 yılında Komünist Enternasyonal’in kurulduğunun açıklanmasının ardından büyük bir hızla tüm ülkelerde Komünist Partiler kurulduysa da, bu partilerin özellikle de Avrupalı kadroları tüm eğitimlerini II. Enternasyonal içerisinde almışlar, onun parlamentarist-reformist çizgisinden başka bir mücadele deneyimine sahip olamamışlardı. Leninist parti anlayışı ise hepsine henüz son derece yabancı idi. Daha oluşur oluşmaz devrimci yükselişi proleter devrimle taçlandırma gibi son derece ağır bir görevle karşı karşıya kalan bu partilerin hepsi, girdikleri sınavlarda iflas ettiler. En değerli kadrolarını karşı-devrimlere kurban verdiler. Kısa süre sonra hepsi kendisini toparlamış olsa bile, artık devrimci dalga geri çekilmiş ve daha da önemlisi Sovyet Devleti ve Komünist Enternasyonal, dünya devriminin merkezi olmaktan çıkarak Stalinist bürokrasinin egemenlik aygıtlarına dönüşmüşlerdi. Çok geç kalınmıştı.

Devrim dalgası

“Rusya’daki Sovyet iktidarı şimdiden bütün dünya işçilerinin desteğini kazanmış bulunuyor. Halkı, Bolşevizmden ve Sovyet iktidarından söz etmeyen bir tek ülke yok” diyordu Lenin. Özellikle işçilerin kendi öz-örgütlenmeleri aracılığıyla kendi iktidarlarını kurmuş olmaları demek olan sovyet sistemine Lenin paha biçilmez bir önem atfediyordu: “Proletarya diktatörlüğü! Bu sözcükler, şimdiye değin, yığınlar için anlaşılmaz sözcüklerdi. Sovyetler sisteminin dünyada ışıldaması sayesinde, bu anlaşılmaz sözcükler bütün modern dillere çevrildi; diktatörlüğün pratik biçimi, işçi yığınları tarafından bulunmuştu. Bu biçim, Rusya’daki sovyetler iktidarı sayesinde, Almanya’daki Spartakistler ve öbür ülkelerdeki, örneğin, Büyük Britanya’daki işyeri komiteleri gibi benzer örgütler sayesinde, büyük işçi yığınları için anlaşılır bir duruma geldi. Bütün bunlar, proletarya diktatörlüğünün devrimci biçiminin bulunduğunu, proletaryanın şimdi egemenliğini uygulamaya yetenekli olduğunu gösteriyor.”[1]

Sovyet kelimesi Rusçada meclis anlamına geliyor. Bu meclisler devrim dönemlerine has ayaklanma organları olmanın çok ötesine geçerek iktidar organları haline gelmiştir. Proletarya diktatörlüğü ya da aynı anlama gelmek üzere işçi devleti de, iktidarın doğrudan ve yalnızca bu meclislerin elinde olması demektir. Paris Komününün ardından 1917 Ekim Devrimiyle de tasdik edilmiştir ki, komün, sovyet, konsey, şura vb. öz-örgütlenmelere dayanmayan hiçbir iktidar işçi iktidarı anlamına gelemez. Ne var ki, buradan yola çıkarak, konsey tipi örgütlenmeleri fetiş haline getiren ve onların önemini vurgulamak adına devrimci partinin gerekliliğini küçümseyen anarşizan yaklaşımlar baştan aşağıya yanlıştır. Nitekim Rus devriminde ortaya çıkan sovyetler, uzun bir süre boyunca Menşevikler ve SR’lar gibi oportünist akımların denetiminde kalmışlardı. Bu akımların etkisi altında işçi kitlelerini uyutmanın, aldatmanın ve burjuva hükümetlere payanda haline getirmenin bir aracı olarak iş görüyorlardı. Onların işçi devrimi doğrultusunda ayaklanma organları haline gelmesi ve ardından da bizzat iktidar organları olarak öne çıkmaları yalnız ve yalnızca Bolşeviklerin enerjik çabalarıyla mümkün olmuştur. Bolşevikler olmasaydı, işçi sınıfının bu muazzam önemdeki örgütlenmeleri ancak tarihçilerin ilgi alanına giren unutulmuş deneyimler olarak kalacaklardı.

Bu temel gerçeği görmek için Ekim Devrimini takiben Avrupa’da gelişen devrimci yükselişin en önemli uğraklarına kısaca bir bakmakta fayda var.

Kasım 1918’de patlak veren Alman devriminde önemli bir rol oynayan işçi konseyleri, aslında Nisan 1917 ile Ocak 1918 arasında gerçekleşen iki grev dalgasıyla şekillenmiş ve hiç ortadan kalkmaksızın giderek güçlenmişlerdi. Rusya’da patlak veren Ekim Devrimi hiç kuşkusuz, sovyetlerle çok benzer yapıda olan bu işçi konseylerinin önüne, tıpkı Rusya’da olduğu gibi ayaklanma ve iktidar organı olma rolünü koyuyordu. Ekim 1918’de Alman genelkurmayının savaşa devam kararına karşı isyan eden 20 bin denizci kendi konseylerini kurdular, tıpkı Rusya’daki asker sovyetleri gibi. Takip eden günlerde 1918 Kasımında ayaklanma tüm sanayi kentlerine yayılmaya, işçi ve asker konseyleri kurulmaya ve iktidar fiilen bu konseylerin eline geçmeye başlamıştı. 8 Kasım 1918’de İşçi, Asker ve Köylü Konseyleri, Bavyera Cumhuriyetini ilan etmişlerdi. Ertesi gün 9 Kasım 1918’de Berlin’de hüküm süren düzen sona erdi! İşçi sınıfının yiğit önderi Karl Liebknecht, İmparatorluk Sarayının balkonundan sosyalist cumhuriyeti ilan ediyordu. Ama aynı saatlerde monarşinin yıkılmasına yol açan Alman devriminin sosyalist bir çizgiye girmesini önlemek için, SPD (Alman Sosyal-Demokrat Partisi) önderi Scheidemann da burjuva cumhuriyetini ilan ediyordu.

Gelişen süreç Rusya’daki Şubat devrimine benziyordu ama ondan bir adım daha ilerideydi aslında. Denilebilir ki, Alman devrimi 1917 Rus devrimi sürecindeki Mayıs-Haziran aylarındaki koşullara doğmuştu. Resmi iktidar doğrudan, sosyalist geçinen Alman oportünistlerinin eline geçmişti; Konseylerdeki işçiler devrimci bir coşkuyla harekete geçmişlerdi ve Rus devriminin heyecanını da hissediyorlardı, ancak çoğu oportünistleri hâlâ sosyalist ve hatta devrimci olarak görüyor ve SPD önderliğini izliyorlardı. İşçi hareketinin devrimci sol kanadını temsil eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki Spartakistler Birliğinin geniş işçi kesimleri üzerindeki etkisi son derece sınırlıydı. Ama bundan da önemlisi, Spartakistler Birliği, oportünist çizgiden örgütsel bir kopuşu gerçekleştirmek için çok geç kalmış ve bu nedenle küçük de olsa sağlam ve disiplinli bir örgütsel varlığı inşa etmeye fırsat bulamadan devrimci durumla karşı karşıya kalmıştı. Bu durum Spartakistlerin kimi yalpalamalar geçirmesine, eşgüdümlü ve merkezi olarak hareket edememesine ve sonuç olarak gelişen devrimci durumun yenilgisine yol açacaktı.

Ocak 1919’da, işçi kitlelerinin artan hoşnutsuzluğu giderek bir ayaklanmaya dönüştü; kendiliğinden, plansız ve programsız başlayan ayaklanma kaçınılmaz sonla karşılaştı. Spartakistler ayaklanmayı zamansız bulmalarına rağmen onu denetimleri altına alamamışlar, ama kendilerini feda etmeyi göze alarak kitleleri yalnız bırakmamışlardı. Bu ayaklanma, birçok yönüyle Rus devrim süreci içerisindeki Temmuz günlerini hatırlatıyor. Bir farkla ki, Bolşevikler kitlelerin zamansızca ileri atılmasını tam olarak engelleyememiş olsalar bile, kendilerinin ve devrimci işçi hareketinin düzenli bir geri çekilişini sağlayacak örgütlülüğe, disipline, merkezi işleyişe ve her şeyden önce hızla yeraltına çekilme deneyimine sahiplerdi. Oysa Alman komünistlerinin ne böyle bir örgütü ne de böyle bir deneyimi vardı. Umutsuz Spartakist ayaklanması bizzat oportünistler tarafından kanla bastırıldı. Rosa ve Karl, ayaklanmanın bastırılmasıyla yakalanıp katledildiler. Kasım 1918’de başlayan Alman devrimi başarıya ulaşmak için tek bir şey hariç her şeye sahipti; eksik olan, sağlam, kararlı, disiplinli, merkezi işleyişini oturtmuş, deneyimli ve her türlü mücadele yöntemini ustalıkla birleştirme becerisine sahip bir parti örgütüydü. İlerleyen yıllarda Alman komünistleri, her ne kadar kendi partilerini kurup geliştirmiş olsalar da, en parlak önderlerinin kaybından doğan boşluk doldurulamadı ve 1921 ve 1923’deki devrimler de yenilgiyle sonuçlandı. Rusya’daki Ekim devriminin doğrudan etkilerinin apaçık hissedildiği 1918-1923 Alman devrimi sürecinin yenilgiyle sonuçlanması, aslında Rus devriminin de ölüm çanlarının çalmaya başlaması demek olacaktı.

Rus Ekim Devriminin yarattığı fırtınadan nasibini alan ülkelerden biri de Avusturya idi. Bu ülkede daha 1915’ten itibaren çeşitli işyerlerinde ortaya çıkan komiteler, Ekim Devriminin zaferinin ardından hızla yaygınlaşarak konseyler biçimini almıştı. Ekim Devrimiyle konsey tipi örgütlenmelerin iktidar organları olması gerektiği fikri hızla tüm Avrupa gibi, Avusturya’ya da yayılmış ve Avusturya işçi konseyleri böylelikle somut bir örnek temelinde hareket etme fırsatını bulmuşlardı. 1918 Ocağında, işçi sınıfı savaş karşıtı grevlerle ileri atıldı. Grev dalgası içinde Viyana’da da işçi konseyleri kurulmuş ve bu konseyler ekonomik taleplerin yanı sıra siyasal talepler de ileri sürmüşlerdi. Bu ilk grev dalgası içerisinde, Avusturya-Macaristan monarşisi de çöktü. 11 Kasım 1918’de cumhuriyet ilan edildi. Buna rağmen işçiler mücadeleye devam ettiler, sosyalist devrim yolunda ilerlemek ve Rus örneğini takip etmek istiyorlardı. Ne var ki, tıpkı Alman oportünistleri gibi Avusturyalı oportünistler de tüm enerjilerini ve işçi sınıfı üzerindeki otoritelerini böylesi bir gelişmenin önünü kesmeye hasretmişlerdi. Dahası, Avusturya’da, oportünist parti şaşırtıcı bir biçimde savaştan parçalanmadan çıkmayı başarmış ve dolayısıyla anlamlı bir sol kanat ya da komünist gruplanma ortaya çıkmamıştı. Ocak 1919’da onun yönlendirmesi sonucu grevler bitirildi ve konseyler geri çekilmeye başladılar. Böylece 1918-1920 sürecindeki Avusturya işçi konseyleri de, hem konseylerin sahip olduğu devrimci potansiyeli hem de gerçekten devrimci siyasal bir önderlik olmadıkça işçi sınıfının bu ileri örgütlenme biçimlerinin tek başına bir çözüm oluşturamayacağını kanıtlayarak tarihe karıştılar.

Ekim Devriminin etkileri, Macaristan’da çok daha belirgin biçimde ortaya çıkmış ve diğer örneklerle karşılaştırıldığında çok daha ileri gidilebilmişti. Rus Ekim Devrimi Macar emekçilerin savaştan, kıtlıktan ve bunalımdan çıkış arayışlarına yol göstermiş ve büyük bir sempatiyle karşılanmıştı. Asker ve köylü ayaklanmalarının ardından 1 Ocak 1918’de Budapeşte’deki kitle greviyle birlikte tabandan gelişerek yükselen işçi konseyleri hızla ileri atıldılar. Haziran 1918’deki genel grevle birlikte konseyler hem daha da yaygınlaşmış hem de artık merkezi bir yapı oluşturarak işçi hareketini kendi etrafına toplamış durumdaydı. Cepheden dönen askerler de asker konseylerini kurmuşlar ve işçi konseyleriyle birlikte hareket etmeye başlamışlardı. Milyonlarca işçiyi kapsayan sokak gösterileri ve kitle grevleri içerisinde konseyler silahlanma kararı aldılar ve silahlandılar da. Askerlerin de ayaklanmasının ardından 16 Kasım 1918’de cumhuriyet ilan edildi. Beş gün sonra Macar Komünist Partisi kuruldu, sol sosyalistler ve Ekim Devriminden etkilenen yığınlar komünistlere katıldılar.

Komünistlerin etkisi hızla artıyor ve ileri sürdükleri doğru talepler, yoksul köylüler de dahil olmak üzere tüm emekçi kesimleri kendi saflarına çekiyordu. Şubat 1919’dan itibaren bütün büyük kentlerde işçi konseyleri yönetimi ele geçirmeye, fabrikalara el koymaya ve özyönetimi yaygınlaştırmaya başladılar. Komünist Partinin (KP) fabrikalara ve büyük topraklara el koyulması, Sovyet Devletiyle dayanışma ve yardımlaşmanın sağlanması, tüm iktidarın konseylerin elinde toplanması, burjuva ordunun yerine işçi milisinin geçirilmesi başlıklarını taşıyan programı, işçi konseyleri tarafından içtenlikle benimseniyordu. Tüm bunlar burjuvazinin KP’ye karşı büyük bir terör dalgasını da beraberinde getirmesine rağmen terör dalgası ters tepti. Sosyal-demokrat partinin tabanında da komünistlere doğru büyük bir kayış başlamıştı. Savaştan yenilgiyle çıkan bu ülke üzerinde artan emperyalist baskılara karşı anlamlı ve kararlı bir duruş sergileyen tek partinin de KP olması sonucu belirledi. 21 Mart 1919’da Macar Sosyalist Konseyler Cumhuriyeti ilan edildi. Tüm iktidar artık konseylerin elindeydi.

Komünistler kendi programlarını yalnızca konseylere değil, görünüşte sosyal-demokratlara da benimsetmişlerdi. Ne var ki bu sonuncu nokta aynı zamanda Macar devriminin yenilgisine yol açacak bir tuzağı da içinde barındırıyordu. Komünistlerin tüm taleplerini ve programını kabul eden sosyal-demokrat oportünistler KP ile birleşme kararı almışlardı ve konsey cumhuriyetinin ilan edildiği gün bu birleşme sağlanmıştı. Birleşen iki parti Macar Sosyalist Partisi adını almıştı. Sosyalist devrim silahlı bir ayaklanmayla değil, barışçıl bir yoldan gerçekleşmişti. Başlangıçta Lenin tarafından da sevinçle karşılanan bu durum gerçekte büyük bir açmazı içinde taşıyordu. Nitekim 1919 Macar Komününe karşı emperyalist ülkelerin saldırıları giderek artmış, Rus Kızıl Ordusu da iç savaşla meşgul olduğundan yardıma gelememiş ve sonunda sosyal-demokratların sağ kanadının ihanetiyle onların denetimindeki birliklerin karşı-devrim saflarına geçmesi sonucu Komün 1 Ağustos 1919’da yenilgiye uğramıştı. Macar komünistleri, sosyal-demokratlarla onun içindeki sağ kanadı tasfiye etmeksizin birleşmekle büyük bir hata yapmışlardı. Almanya’da komünistlerin temel hatası oportünizmle yollarını örgütsel olarak da ayırmakta çok geç kalmış olmalarıyken, Macaristan’da tam da en belirleyici anda oportünizmin manevralarına aldanıp onunla birleşmek felâketi beraberinde getirmişti.

Ekim Devriminin sağladığı sosyalist atılımın etkileri yalnızca Almanya, Avusturya, Macaristan gibi savaştan yenik çıkmış ülkelerde değil, savaştan galip çıkan ülkelerde de görülür. Bu ülkeler arasında konsey hareketinin ve devrimci yükselişin en fazla öne çıktığı ülke İtalya’ydı. Savaşın galiplerinden olsa bile İtalya büyük bir yıkımla karşı karşıyaydı ve savaşın hemen ardından ciddi bir toplumsal çözülüş yaşadı. Gerek kuzeyin sınaî olarak gelişmiş bölgelerindeki İtalyan işçileri, gerekse de orta ve güney İtalya’nın yoksul köylüleri, bu yıkımın ve Ekim Devriminin etkisiyle mücadeleye atılmışlardı. 1919’un başlarından itibaren işçi hareketi yükselişe geçmişti. 1920 yaz aylarında başlayan genel grev dalgası tüm ülkeyi sarmış, beraberinde her yerde işçi konseylerini ortaya çıkartmıştı. Bu konseyler birçok fabrikayı işgal etmişler, üretimin yönetimini ellerine almışlardı. Ne var ki diğerlerinde olduğu gibi İtalya’da da, işçiler devrimci bir önderlikten tümüyle yoksun durumdaydılar. İtalyan işçi sınıfının tüm girişkenliğine rağmen, fabrika konseyleri hareketi İtalyan Sosyalist Partisi tarafından ekonomizmin ve sendikalizmin dar sınırlarına hapsedildi. 26 Eylül 1920’de grev dalgası ve fabrika işgallerine son verildi. Konseyler anlamsızlaşarak ve işlevsizleşerek sönüp gitti. Yoksul köylü hareketinin toprak işgalleri hareketinin de yenilgiye uğramasıyla İtalyan işçi sınıfı faşizm belâsıyla karşı karşıya kaldı. Komünist Enternasyonal’e bir bütün olarak üye olmak isteyen İtalyan Sosyalist Partisi, Bolşeviklerce kuşkuyla karşılanmış ve üyelik için önüne koşullar konulmuştu. En başta da oportünistleri içinden atması isteniyordu. Bin dereden su getirerek bu koşullara direnen İtalyan Sosyalist Partisi, devrimci yükselişin geri çekilmesinin başlıca sorumlusu olarak faşizmin yükselişine giden yolu da açmış oluyor, Bolşeviklerin kuşkularını haklı çıkartıyordu.

Ekim Devrimi yalnızca Avrupa’da gelişen devrimci dalgayı ileri itmekle kalmadı, kapitalistleşme yolunun henüz başındaki ülkelerde de büyük yankı uyandırdı. Bu ülkelerde gündeme giren demokratik devrimlerde komünistler önemli ve yer yer de belirleyici rol oynadılar. Avrupa’nın tersine, bu ülkelerde ne gelişkin ve siyasal deneyime sahip bir burjuvazi ne de sosyal-demokrat hareket mevcut idi. Bu durumun da belirleyici katkısıyla geri ülkelerdeki emekçi kitleler ve radikalleşmiş aydınlar hızla Ekim Devriminin cazibesine kapılmışlardı. Bu genel eğilim, Türkiye’den Endonezya’ya, Hindistan’dan Çin’e kadar tüm Asya kıtasını sardığı gibi, Afrika’nın o günün koşullarında göreli gelişmiş bölgelerini ve Latin Amerika’yı da etkiliyordu. Tüm bu coğrafyalarda, yakıcı bir şekilde gündemde olan tarım sorunu, ulusal kurtuluş sorunu, demokratik hakların kazanılması sorunu ve henüz çok cılız da olsa işçilerin sermayeye karşı verdikleri mücadeleler, iç içe geçerek, sürekli devrim bağlamında dünya devriminin önemli bir dinamiğini oluşturuyordu.

2 Mart 1919’da Moskova’da toplanan uluslararası konferansa katılan 17 ülkeden komünist örgüt ve partiler Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu ilan ettiklerinde, Bolşevikler bu sayının hızla artacağından emindiler. Nitekim yalnızca iki yıl sonra Haziran 1921’de bu ülkelerin sayısı Asya’nın tüm önde gelen ülkelerini de kapsayacak şekilde 52’yi bulmuştu. İki yıl içerisinde Asya’nın her köşesinde komünist partiler kurulmuş ve hızlı bir büyüme süreci içerisine girmişlerdi. Ne var ki bu muazzam dinamik, Avrupa devriminin yenilgisiyle Rus devriminin de batağa saplanması sonucunda iktidarı gasp eden Stalinist bürokrasi tarafından ilk örneğini 1925-27 Çin devrimi sürecinde gördüğümüz üzere heba edildi. Artık, gelişen devrimci durumların proleter bir devrimle taçlanmasının önünde yalnızca oportünist sosyal-demokrasi değil ondan çok daha güçlü hale gelen Stalinizm de vardı. Bu sonuncusunun işçi hareketine verdiği zarar çok daha derin ve çok daha vahim oldu. Çünkü o, Bolşevizme apaçık ihanet etmesine rağmen, Lenin’in mirasçısı olduğu doğrultusunda dünya işçi sınıfını uzun yıllar boyunca aldatmayı başarmıştır.

Stalinizm dünya devrimine ihanet etmiş, Bolşevizmi tahrif etmiş, II. Enternasyonal’in oportünizmini çok daha sistematik bir biçime büründürmüş, enternasyonalizm fikrinin yerine sol söylemli bir milliyetçiliği geçirmiş ve nihayet Komünist Enternasyonal’in kapısına kilit vurmuştur. Oysa Ekim Devrimine önderlik eden Bolşevikler, daha en başından itibaren, şu ya da bu tipten milliyetçi-yurtsever görüşlerle değil, en sağlam enternasyonalist fikirlerle yola çıkmışlardı. Onlar Rus devrimini her zaman proleter dünya devriminin bir parçası olarak algılamışlar ve eğer Rus devrimi diğer ülkelerden önce patlak verirse, bu devrimin ancak dünya devriminin bir ilk kıvılcımı olarak iş göreceği bilinciyle hareket etmişlerdi. Şöyle diyordu Lenin 1918 Kasım ayında: “Devrimci bir durum karşısında bulunulduğuna göre, Avrupa devrimine bel bağlamak bir Marksist için zorunludur. Durumun devrimci olduğu zaman ile olmadığı zaman, sosyalist proletaryanın taktiğinin de aynı olamayacağı, Marksizmin ABECE’sidir. (…) Demek ki, Avrupa’da devrimci bir durum beklentisi Bolşeviklerin çılgın sevdası değildi; bütün Marksistlerin ortak kanısı idi.”[2]

Bolşevizm, kapitalizmi ulusal bir sistem olarak algılamadığı gibi ona karşı verilecek mücadeleyi asla ulusal ölçekle sınırlı olarak ele almadı. Onu Bolşevizm yapan şey; katıksız bir enternasyonalizm anlayışı temelinde dünya devrimi perspektifine bağlılık; işçi sınıfının devrimci potansiyeline, onun doğrudan eylemine, girişkenliğine ve yaratıcılığına sarsılmaz bir güven ve son olarak da proleter devrimin zaferi için kararlı, disiplinli, net bir programa sahip ve işçi sınıfının en bilinçli unsurlarıyla sınırlandırılmış bir öncü partinin zorunluluğu fikriydi. Enternasyonalizm, işçi sınıfının doğrudan eylemi ve öz-örgütlenmesi ve öncü parti. Bunlar Bolşevizmin temel dayanakları olduğu gibi, Rus devriminin bir proleter devrime dönüşmesini ve işçilerin iktidarı ele geçirebilmesini de mümkün kılmıştı. Bunlar bugün de işçi sınıfının dünya çapında kurtuluşunu sağlayacak temel ilkeler olmayı sürdürüyorlar.

 




[1] Lenin, Komünist Enternasyonal I. Kongresi Açılış Konuşması, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yay., 2. bsk, s.119

[2] V. I. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., 5. bsk, s.74-81 [düzeltilmiş çeviri]

Hiç yorum yok: